Sene 60’ta –ben daha doğmadıydım, köyde berber bulunmaz bir zamandı- babamın adını bir peygamberden koyarlar. Nitekim durum o ki kıssa-i zat-ı şahanenin bizim köyle benzerliği de epey varmış. İlk çocuk, hakikaten göz ağrısı. Babamın anası doğumun ardından gün geçtikçe kendinden geçmiş. Bir oğlana daha nefeslik vermiş ama bendi gayrı yetişmemiş ki 75’te sizlere ömür, devri bitmiş. Ölüm günü babam köşede ağlarken ona seslenirler: “Al şu çubuğu, koy iki dudağın arasına, yaşlarını bastırsın”. O çubuk yaşları gözden mi gönülden mi kesmiş, yıllardır bunu düşünür.
Epey hislidir bu adam, ben de o ağızla hikâyesini döküvereyim dedim. Hâlbuki peygamberin kıssası doğumuna ve doyumuna ne kadar benzerse biz de birbirimizden o kadar ayrıyızdır. Analarımız da birbirine hiç benzemez, benimkisi halen hayatta örneğin. Ben bunu yazarken acı acı gülümsedim, babam bunu duysa acı acı gülümserdi. İşte bu da başka bir farkımız.
Ben Ah Muhsin Ünlü’yü kitsch bulurum, babam o kimdir bilmez. Film çekerkenki adını desem yine çıkaramaz. Fakat geçmiş günlerdeki gibi karşılıklı otursak içerek, yine o benden önce kafayı bulsa, ona “Bak bu şiiri sen yazmışsın sanki” diyerek bir şiir okurum. O şiirden sonra babam, yine gözyaşlarıyla, hem Resulullah’ın hem de annesinin ölü olduğunu hatırlatır kendine. Benim anam ölse babam bana bu şiiri okumazdı. Bilmediğinden değil, okumazdı işte. Bu da başka bir farkımız.
Babam da şiir yazarmış eskiden. Hatta lisede bir şiir ödülü dahi kazanmış. Önceki bölümlerden daha kısa tutacağım bu sefer, bu ödül de başka bir farkımız. Bir şiirinden iki dörtlük iliştireceğim buraya:
Adımı özümden aldım
Deryanın içine daldım
Ruhumu bir sana saldım
Rab beni bir sen bilirsin
Öksüz yazdılar taşıma
Bakmadılar hiç yaşıma
Vay neler geldi başıma
Gönlümü bilsen bilirsin
Ben bu yazıya hiç başlamasaydım belki de yukarıdaki şiiri ben değil sahiden babam yazmış olurdu. Evet, babam da yalancıdır, aldatır, kırar, gücendirir. Aslına bakarsanız babam yaşamı boyunca anasını kendinde yaşatmak ve onu sürekli haklı çıkarmak için uğraştı. Benim anam halen nefes alsa da ben de bu yazıda, babam gibi, anamı haklı çıkarmaya uğraştım. Fakat öyle sanıyorum ki babam cümle yalanına dolanına ve yüz üstü bırakışlarına rağmen benimki gibi bir düzenbazlığa asla girişmezdi. Bu da en majör farkımız.
Böylesi bir farktan bahsetmişken, yalnız hatırımda kalmasın, özel bir farktan da bahsetmek isterim: Biz babamla 8 sene yan yana ranzalarda yattık. Ben büyümeye çalışıyordum, o da ölmemeye çalışıyordu. Pek çalıştığı söylenemezdi; tasfiye ettilerdi onu daireden, o sebeple pek işe gitmezdi. Depresyon, yılgınlık ve rafine bir melankoli vardı dört yanında, sigara içmese ve işemeyecek olsa sanki hiç çıkmazdı yataktan. Bir gün içip gelmiş, ağlayarak beni çağırmıştı. Gittim, put gibi ama endişeliydim, sarıldı, ağzımdan çıkan ilk şey “Biri mi öldü?” sorusu oldu. Başı ayaklarıma denk gelirdi uyurken, ikimiz de pek uyumazdık ya icabetten demiş bulundum. Ranzalarda altlı üstlü yatılır değil mi? İşte bu da bizim farkımız.
Farklarımıza burada bir nokta koyacağım. Diğerlerinin de bunlara benzer oluşundan değil, kendimi yeterince ezdiğimi düşündüğümden. Edebiyat tarihçilerine, eleştirmenlere ve cümle okuyucuya yeterince malzeme bıraktım. Şefliğin önemli bir kıstası da eldeki malzemeyi en doğru şekilde kullanmaktır. Bunu da sanırım uydurdum ama fine dining sevicisiyseniz muhtemelen hemfikir oluruz.
Ne babam 60’ta doğmuş
Ne de ben bunları yazmışım
Babamı böyle savunmuş
Kendimi haksız çıkarmışım
Softa desin ki bir bana:
“Veledden hayr bulmadı atan!”
Dönün bir de benden yana:
“Kim necisi hamura katan?”
Feyyaz Kolaçık