Keder; sehpada bıraktığınız kupanın bıraktığı leke gibidir.
Ahşap sehpanızın üstündeki o kupa, içi boştur, çoktan bitirmişsinizdir kahvenizi, ama yine de yerinden oynatmak istemezsiniz, çünkü orada bir leke bırakacağını bilirsiniz, annelerimizin bizi hep azarladığı o lekeler, bir kere oraya oturduğunda temizlemesi de çok zordur, sizi çok rahatsız eder, ama görmezden gelirsiniz, görmezsem belki daha az rahatsız eder.
Birkaç gün geçer, artık dayanamaz kupayı alırsınız ve görürsünüz o lekeyi ve sizi daha da çok rahatsız eder, hatta öfkelendirir; biraz da kendinize kızarsınız, ”Ya başımda o kadar dert var niye taktım ki bu lekeye? Hiç temizlik takıntım falan da yok yani” dersiniz, ama bir türlü beyninizin içinden atamazsınız o lekeyi, temizlemek için kolları sıvarsınız.
Bir kere ovalarsınız, iki kere ovalarsınız, günde birçok kez ovalarsınız, ama yok, çıkmaz o leke, kaç gün inkâr etmenizin cezası olarak mükemmel ahşap sehpanızı mahveder.
Günler geçer, haftalar geçer, belki de aylar geçer çünkü artık çok bakmıyorsunuz lekeye. Hayat çok yorucu, işler çok kaotik, küçük şeyleri düşünmeye çok zamanınız olmasa da belki bi’ gün o lekeyi çıkartabilirim diye aklınıza geliyor arada bir.
O leke oradan gitmiyor ama siz o lekeyi benimsemeye başlıyorsunuz; o masanın bir parçası haline geliyor, ilk halini hayal meyal hatırlayabiliyorsunuz ve artık kupalarınızı hep oraya koyuyorsunuz, eskiden size öfke ve rahatsızlık getirirdi, şimdi aynı leke belki de zor zamanlarınızda yanınızda olan bir hatırlatıcı haline geldi.
Keder de böyle bir şey, yas tutmak da böyle bir şey işte. İlk başta inkar ederiz, görmezden geliriz, ama sonra fark ederiz ki eninde sonunda bununla yüzleşmeliyiz, kaderden kaçamayız, yüzleşiriz ve bizim için bu kadar değerli birini bizden aldığı için evrene öfkeleniriz. Sonra hesaplaşmaya çalışırız kendimizle, ödüller vaat ederiz: ”eğer bu işi ağlamadan yapabilirsem kendime bir hediye alacağım”, bizi iyi hissettireceğinden değil, keder bizi çok üzdüğünden yaparız bunu, iyileşmek istediğimiz, daha iyi hissetmek istediğimiz için yaparız; çünkü keder çok acıtır yüreğimizi, defalarca saplanan bir bıçak gibi acıtır, ama hesaplaşmadan sonra geleni daha bilmeyiz biz. Ondan sonra bunaltıcı efkâr bir anda yüzümüze çarpar, yataktan çıkmak istemeyiz, ağlarız da ağlarız, günlüğümüze yazarız gözyaşlarımız eşliğinde.
Ama zaman geçtikçe fark ederiz ki keder bizim bir parçamız olmuş. Belki bizi harekete geçirir, belki bize ilham olur, belki de bizi geliştirir, ama öyle ya da böyle, yabancı hissetmez artık keder.
Kederle bir olmuşuzdur artık.
Ve ironik bir şekilde, kederimizi yaşamak, yas tutmak, kaybettiğimiz kişiye tekrardan yakın hissedebilmemizin tek yoludur aslında; bu kederin her bir parçası, hayattayken onlara gösteremediğimiz sevgi ve ilgidir ve bunu kaybetmemek o kadar değerlidir ki.
Çünkü bu keder de bir hediyedir size, bu kişiyi düşüncelerinize musallat olacak kadar çok sevdiğinizin bir göstergesidir, bunda da kelimelere dökülemeyecek bir güzellik vardır…
Betül Kayabaşı