“Bir derdi olmalı şairin…” diye aklından dalgın dalgın geçirdi dişlerini fırçalarken. Aynadan delici bakışlarla derdini araştırır gibi gözlüyordu kendini. Ön dişlerini iyice fırçaladıktan sonra azı dişlerine şöyle bir değdirdi fırçayı. Fırçanın üzerindeki köpükleri yıkadıktan sonra ağzını çalkaladı ve kendi kendine konuşmaya devam etti: “Bir derdim de yok ki…”. Israrla hayatını düşünüyordu, azı dişlerinden birinin azıcık sızlaması dışında hiçbir ağrısı, acısı yoktu. Lisede okuduğu bir iki kitaptan kalma varoluş sıkıntıları gece ikiye dek uyanık kalma hatasına düştüğü zamanlarda azıcık canlanır gibi oluyordu. O zamanlarda da ya biraz laflayacak eski bir flört buluyor ya da açıp biraz porno izliyordu. Genellikle midesi bulanıyor, sabaha hayatını değiştirecek hamleler yapacağına dair yeminler içip “Nerede senin derdin be adam.” diye söylenerek uykuya dalıyordu. Bu gece yine o uyku tutmayan  gecelerden biriydi. Fakültenin önünde sohbet sarınca sigara, kahveyi fazla kaçırmış; midesi değil uyumasına azıcık sağa sola dönmesine dahi müsaade etmiyordu. “Yarın sigarayı azaltacağım, aç karnına kahve de yok.” diye kendine sözler vermeye başladı yine.

            Banyodan çıkıp kendini odasına attı, dilini dişlerinde gezdirdikçe ağzının içindeki ferahlığı hissediyordu. Hâlinden kısmen memnundu, uyuyamayacak oluşu tehlike çanlarını çalsa da fena durumda değildi. Azıcık birileriyle laflar, sayıklayarak uyuyuverirdi. Zaten ne rüya ne hayal görürdü. Eline aldığı kitaplarda “Hayal görmeyen insanlar yavaş yavaş ölür… Rüya görmeyenler yalnızca adi iş adamlarıdır…” gibi laflara denk geldi mi acayip canı sıkılırdı. Rüya göremiyordu basbayağı, öyle spritüal yönleri yoktu. Bundan utanıyordu da, herkes rüyalarını, acı dolu yaratım süreçlerini anlatırken ya bir şeyler uyduruyor ya da sessizce başını sallayıp önündeki büyük yaratıcıyı gıpta ile dinliyordu. Sorunun geceleri uyumasından, rüya görmemesinden ve bir derdinin olmamasından kaynaklandığına hükmetmişti geçenlerde. Bu keşif üzerine bunların bir paket hâlinde olduğunu kestirmiş, ilk aşamada bir dert edinmesi gerektiğinde karar kılmıştı.

            Orta hâlli bir aileden geliyordu, Karun değillerdi ama maddi açıdan öyle büyük dertleri de yoktu. Ne çirkinlikten yüzüne bakılmaz hâldeydi ne de güzellikten yalnızca cisme indirgenmiş biriydi, sıradandı. Sokakta görseniz, ne kadar uğraşırsanız uğraşın yüzünü aklınıza kazıyamazdınız. Aslında her yönü öyleydi, “Ha şu arkalarda oturan şöyle saçlı çocuk” bile diyemezdiniz onun için. O kadar özelliksiz ve sıradandı işte. Elbette aşkta kazıklar yemiş ve atmıştı ama hiçbirini büyük meseleler hâline getirmedi, dramatik geçen bir iki haftanın ardından hayatı normalleşmişti. O aşk acıları dolu gecelerde bile mışıl mışıl uyumuştu. Ölüm hiç yanaşmamıştı onun mahaline, iki taraftan dedeleri, ebeleri bile hayattaydı. Bu kadar sıkıntısızlık başlı başına bir dert gibi büyümüştü artık göğsünün ortasında. Lisedeyken kendine dertler icat ederdi, dramatik sahneler icra ederdi. Ama yaşı geçince böyle dertler çıkartmak da yorucu ve doğrusu saçma şeyler oluyordu. Bir dava, ülkü edinmek için de fazlasıyla apolitik ve üşengeçti. Nereden düştüyse aklına düşmüş, şair olmayı kafaya takmıştı.

            Biraz okuryazardı da, kısacası kasabın tıptan anladığı kadar anlardı şiirden. Bu şair olma meselesinde ne okusa kafası karışıyor, her söylenen söze katılıyor, her birine ayrı ayrı hayıflanıyordu. “Şair olunmaz doğulur… Şair rüyalarından ve duygularından beslenerek kendine kelimelerden bir dünya inşa eden büyük bir büyücüdür…” şevkle okuduğu bu beylik laflarına ağlayışı gelirdi. Pessoa’nın uykusuz gecelerini gördükçe uykusuna sinirlenir, Jung rüya diye yakasına yapıştıkça ne yapacağını şaşırırdı. Yine de akşam dişini fırçalayıp ağrıyan azı dişini az yoklayıp yatağına yollanırdı.

            Fakülteden lafladığı bir iki kızı dürttü, tüm mesajları tek tik olunca sıkıntıyla üfleyip tavana bakmaya başladı. “Ne şairler ne yazarlar şu tavana bakarak büyük eserler yazmış be Faik, sen anca böyle öküzün trene baktığı gibi bak.” diye söylendi. Son çare masanın üzerindeki laptopunu açıp her zaman izlediği pornolardan birini açtı. Pantolonunu indirmiş ekrana bakarken en ufak haz, heyecan duymadığını fark etti. Az kendini zorlasa da midesi kalktı, sinirle kapattı laptopu. İğrenç bir şeye dokunmuş gibi hissettiğinden banyoya gidip iyice sabunladı ellerini. Yeniden yatağına döndüğünde saat ikiyi on geçiyordu. Kendine belalar okuyarak bir sigara yaktı. Ağzındaki macun tadıyla buluşunca tütün tadı dayanılmaz bir iğrençlik yaratmıştı ama içine çektiği her nefesle biraz daha yanan midesinden tuhaf bir haz alıyordu. Pessoa’yı ziyaret eden melankoli cinleri sanki bir kapı aralanmış gibi odasına doluyordu. Sigarasından yükselen dumanları Bukowski gibi izleyip tuhaf bir halet-i ruhiyeye bürünmüştü. Sigarası bitince küllükte söndürdü, yine de aklında uyumak vardı, başucunda izmarit kalırsa sabaha dek burnunun ucunu kırar diye düşündüğünden küllüğü gidip mutfaktaki çöpe boşalttı. Sigarasını bitirdiği an o melankoli boşalması kesilmiş, yavan bir hava doldurmuştu odayı. İğrenç pornodan yükselen yapmacık inlemeler gibi. “Ne iğrenç herifsin be…” diye geçirdi içinden ama ne yapabilirdi alıp bedenini atsa camdan aşağıya sanki Faik’in özü daha iyi bir beden mi bulacaktı. Daha doğrusu ne yapsın, bu Faik’i atsan atılmaz, satsan satılmaz; şeytana teklif etsen o bile bir tarafıyla güler. Akbaba gibi üzerine üşüşen bu acımasız öz eleştirileri geçiştirmek için telefonunu açıp Twitter ekranını kaydırmaya başladı Faik. Binlerce insan binlerce harf, yalnızca kaydırıyordu hiçbir şeyi tam olarak okuduğu yoktu. Bir ninni fısıldasınlar da şu akbaba çığlıkları duyulmaz olsun, bir türlü bulamadığı dertler yastığına gömülsün, Jung ve Freud küskünlüklerine son verip Faik’in ceplerinde rüya aramayı bıraksın. Ekrana reklam izleyen bir bebek gibi aval aval bakıyor, aşağıya kaydırmaya devam ediyordu. Yarım yamalak okuduklarının arasından biri geldi de vurdu Faik’i. Öyle sevgilinin kirpiği değil, Eros’un oku ya da diğer hisli şeyler. “Şair acılarından ve dertlerinden…” Çıldıracak gibi oldu, nefesi kesilmişti. “Allah benim de belamı versin, şairlikmiş. Oğlum senin neyine şairlik falan. Dertmiş, acıymış; yok işte ne yapayım.” Bir iki cümle daha etse ağladı ağlayacak hâldeydi. Pencerenin önüne darın attı kendini, geceden aman dilenircesine araladı perdeyi. Şu gecede bir ilham, bir keşif gizlenmiş olsaydı da bulsaydı. Orpheus’un lirini duysaydı caddeden yükselen araba uğultuları arasından, Hızır bitseydi apartmanın önündeki avuç kadar bahçeden. En ufak şiir gibi şey yoktu ortada. Şehrin orta sınıf bir mahallesinde gecenin bilmem kaçıydı o kadar.

            Şakakları zonkluyordu Faik’in, midesindeki yanma kalbine vurmuştu. Göğsü sıkışıyor şair olamadan öleceğim diye ödü kopuyordu. Masanın üstündeki kitaplara takıldı sonra gözü. Aralarından en kalını Yunan Mitolojisi isimli bir kitaptı. O çokbilmişler, Twitter’daki acıları olan, dertleri olan şairler, yazarlar mitoloji çok önemli diye diye aldırmışlardı Faik’e bu kitabı. Yatağına çöküp kitabı dizlerinin üzerine koydu, modalı modalı yaktı sigarasını. Macun tadı yok olduğu için bu sefer o iğrenç tadı almasa da her nefeste kalbine minik kesikler atılıyor gibi hissediyordu. Sayfaları çok okumadan çevirmeye başladı, zaten hepsini okuyacak sabır, beceri onda yoktu. Kitaplığındaki kitapların toplasan yarısı bile okunmamıştı. Oradan buradan duyduğu, gördüğü her kitabı alırdı yine de. Sonunda sakinleşmiş, acılı şairlerin yakarışlarını kovmayı başarmıştı. Ne lacivert saçlı bir gece vardı Faik için ne de zalim dört duvar. Posterlerden dolayı boyası kalkmış kirli duvarlar vardı, sessiz bir mahalle sokağı.

            Kitabı masanın üzerine, küllüğü başından uzak bir yere koyup ışığı kapattı. “Bir şekilde uyurum.” diye kendini ikna etmişti çoktan. Gerçekten çok geçmeden uykuya da daldı fakat her zamanki aşağılanan rüyasız uykularından değildi bu uyku. Nebukadnezar’ın uykusu Faik’in uykusu yanında hiç hükmünde kalırdı.

            Rüyasında, Olympos’un eteklerinde dolaşan güzeller güzeli dokuz ilham perisini gördü. İpek elbiseleri içinde dolgun beyaz vücutları insanın içini gıdıklıyordu. Öylesine parlak ve canlılardı ki onlara bakan gözlerini kısma ihtiyacı duyuyordu. Ellerinde minik lirler Faik’in hiç işitmediği şarkılar söylüyorlar, bu sesler Faik’in kalbini okşuyordu. Saçlarının arasında dolanan tatlı rüzgârı hissedebiliyor, tatlı perilerin kahkahaları tenini okşuyordu. Bir süre Zeus kızı bu güzelleri izledi Faik, çırılçıplak bir hâlde yüksekçe bir kayaya oturmuş ilham perilerini seyrediyordu. Birden heyecanla ayağa kalktı ve yalvarırcasına perilere seslendi. “Ey Zeus kızı güzel ilham perileri! Ben bir şair olmak istiyorum, sizden yardımlarınızı esirgememenizi rica ediyorum.” Açtığı kollarını ağlayarak kapatıp çıplak gövdesini sardı Faik, ardından da hıçkırıklar içinde yere kapandı. Bir süre haykırışlar içinde ağladıktan sonra etrafını saran sıcaklığı ve bedenine değen ipek kumaşları hissetti. Tam başını kaldırıp bakacakken yumuşak bir el başına dokunup onu durdurdu. “Ey şair, biz ki Homeros’a destanlar yazdırmış ilham perileriyiz. Bizim kudretimizden şüphe duymayasın ama bizden ne istediğini anlamış değiliz. Peşinde olduğun nedir?” diye konuştu kadifemsi bir ses. Faik mızmız bir çocuk gibi sümüğünü çekip günler boyu neresine dönse batan cümleyi fısıldadı. “Şairlerin dertleri olurmuş, acıları. Ama ey periler benim ne bir acım ne bir derdim var. Bana dert verin, ne olursunuz.” dedi. Periler tatlı tatlı gülüşmeye başladılar, kahkahalarından bedenleri sarsılıyor ipek elbiseleri sallanıp Faik’in çıplak tenini gıdıklıyordu. Sonunda kahkahalarını yenebilen bir ilham perisi eğilip Faik’in kulağına fısıldamaya başladı. Perinin dudakları Faik’in kulaklarına değdikçe, içi kabarıyor fakat başındaki el nedeniyle bir türlü kafasını kaldırıp perilere bakamıyordu.

            “Faik senin bir derdin var zaten, azı dişlerinden biri çürük.” Kulağını dolduran ses gittikçe korkunç bir mahiyet kazanmıştı. Duyduklarıyla tokat yemiş gibi olan Faik başını kaldırmak için onu engelleyen eli kavradı panikle. Kavradığı şey o parlayan beyaz peri elleri değil, iğrenç yapışkan bir şeydi. Kafasını kaldırdığında dokuz çift korkunç gözle karşılaştı. Dehşetle kalakalmıştı, daha yeni ona tatlı tatlı gülen periler yerine iğrenç gudubetler gelmiş, kulak tırmalayan kahkahalar atarak sivri dişlerini sergiliyorlardı. Faik çığlık çığlığa bağırmaya başlamış, kahkahaları duymamak için kulaklarını sıkı sıkıya kapatmıştı.

            Bu kâbustan kan ter içinde uyandı Faik. Diliyle ağrıyan çürük dişini yoklayıp elini yüzünü yıkamak için banyoya yollandı.

Kapak İllüstrasyonu: “Muse Playing the Harp” , Antoine Auguste Ernest Hebert.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.