O gün de diğer günler gibi oldukça sıradan başlamıştı. Her şey her gün olduğu gibiydi ve benim gibi insanlar her şeyin bir rutine bağlı olmasına bayılırlar. Bakmayın her gün aynı şeyi yaşamaktan bıktığımızı söylememize. Bir kez olsun rutinimiz dışında bir şey yaşandığı zaman gözlemleyin bizi ve ne kadar mızmızlanabileceğimizi gözlerinizle görün. Koskoca insanlar bir bebeğe dönüşüverir. Bunu ya evden üç dakika geç çıktıkları için ya da yolda görmek istemedikleri bir arkadaşlarıyla karşılaştıkları için yaparlar.

Her güne nasıl başlarsam o güne de öyle başlamıştım. 7.45’te alarmım çaldı bir kez erteleyip 7.50’de uyandım, bir bardak su içtim, su ısıtıcısının düğmesine bastım, tuvalete gittim, yüzümü iki kez yıkadım, bir çay poşetini fincana attım, ancak yarısına kadar su doldurdum. Her şey tam olarak her gün olduğu gibiydi anlayacağınız.

Olacaklardan habersiz, her gün olduğu gibi tam saat 8.25’te evden çıktım. Bir dakika bile sekmemişti düzenim,  keyfim gayet yerindeydi. Hafta içi rutinimi uygulamaya devam ediyordum ve metro girişine gelene kadar gayet başarılıydım. O sabah başardığım tüm şeylerin, yani sadece tam zamanında metroya gelebilmenin verdiği mutlulukla merdivenleri inmeye başlamıştım ki o korkunç, günümün mahvolacağı hissini iliklerime kadar hissettiren kocaman, kapkara şeyi gördüm. İnsanın bir gününü mahvedebilecek kadar siyah ve büyüktü. Hele ki benim gibi ufak tefek bir insanın belki iki hatta üç gününü bile mahvedebilirdi.

İlk gördüğümde sadece bir bakıp geçtiğim karaltı ile aynı perona indiğimizi fark ettim. Perondaki diğer insanlar bu karaltının ne anlama gelebileceğinin farkında değillerdi ya da fazla umursamazlardı çevrelerine. Her sabah olduğu gibi uykulu gözleriyle, reklam panosunu izleyerek trenin gelmesini bekliyorlardı.   Bense onu fark ettiğim anda, onun tersi yönüne doğru ilerlemeye başladım. Peronun diğer ucuna vardığımda onun da benimle birlikte geldiğini fark ettim. Herhangi bir sorun yokmuş gibi davranmaya çalıştım, metronun gelmesini beklerken. Kaçış planımı trenin içine saklamıştım. Biner binmez ters istikamete doğru yürüyecektim trenin içinde ama her muhteşem planın olduğu gibi bu planın da birkaç eksiği vardı. Birincisi bunu yaparsam her gün indiğim yerden inemeyecektim dolayısıyla metronun iş yerimin dibinde olan batı çıkışından uzaklaşmış, iş yerime uzak olan doğu çıkışına yaklaşmış olacaktım. Bunun benim gibi bir insanın psikolojisine neler yapacağını anlatabilmem çok zor. İkincisi ise o gün perşembeydi ve saat 8.55’ti. Yani her hafta içi olduğu gibi bugün de bu saatlerde tren ağzına kadar dolu olacaktı.

Ben kaçış planımı düşünürken yer sarsılmaya, hafif bir rüzgâr esmeye ve trenin ışıkları görünmeye başladı. Tren  oldukça doluydu. Zorlukla da olsa iki ayağımı, gövdemi ve bir kolumu trene bindirmeyi başarmışken kapı kapanma sesini duydum. Çantamı ve dışarıda kalmış kolumu hızla içeri çektim. Kolum o ivmeyle gitti ve en olmaması gereken yere, o koca karanlığın tam ortasına gömüldü. Günümün katili olduğunu düşündüğüm koca karaltı biraz irkilir gibi oldu, önce sol tarafına doğru dönmeye çalıştı ancak o kadar sıkışmıştı ki hareket edemedi yerinden. İkinci denemesinde başarılı oldu. Karaltı, ön cephesini bana döndürdü. “Pardon” dedim. “Sorun değil” dedi, kısacık bir duraklamanın ardından “Aaa abi naber yaa?” diye ekledi. Kafamı kaldırdım korktuğum başıma gelmişti. Karaltının ağzı, yüzü, burnu vardı. “Abinin içine s*çayım Sümüklü Ferit” dedim içimden. “Hatırladın mı?” dedi “Evet,” dedim “hatırladım”.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.