Yeni yağmış yağmurun çıkarttığı karmaşa hâlâ etkiliydi sokakta. Bir anda boşanmıştı sağanak, herkes aceleyle sığınacak bir saçak aramış, bu beklenmedik histerik misafirin ne zaman gideceğini anlamak için memnuniyetsiz ifadelerle kapalı gökyüzünü gözlüyordu. İnsan kalabalığının doldurduğu otobüs durağı, ıslak izmarit ve saç kokuyordu ama soğuktan koku çok dağılmıyordu. Herkes gelen bir otobüse atlayıp bu felaketten uzaklaşma hevesiyle parmaklarının ucunda yükselip gözlerini kısarak caddenin ağaçlarla kapanmış ağzına bakıyordu. Kaldırım kenarlarına dayanmış çamurumsu su, sürüklediği çer çöple beraber fokurdayıp dalgalanarak otobüsün gelişini muştuladı. Bulutların bir zırh gibi kapadığı gökyüzünden solgun bir ışık caddeyi zar zor aydınlatıyordu. Otobüs bir fener parıldayışıyla yanaştı durağa. Açılan kapılardan isteksiz, ayağını yere kondurmaya gönülsüz bir güruh, uyuşukça inerken binenlerin hareketlerinden tam tersi bir esriklik fışkırıyordu. Otobüs şoförü ise artık yüzüne yapışmış olan o umursamaz ifadeyle, aynadan otobüsün içini kontrol edip kurtuluşun sarhoşluğuyla gevşemiş yolcularına sesleniyordu: “Arkalara ilerleyelim.”
Otobüsten en son şakaklarındaki saçlar savrulmuş dalgın bir kadın indi. O inerken otobüs vahşi bir hayvan gibi homurtular çıkartıyordu. Otobüsle kaldırım arasında akmaya devam eden bulanık suya daldırdı ayağını kadın, ayak tabanında soğuk suyu hissedince uykudan uyandırılmış gibi gözlerini kırpıştırıp ağlamaklı bir şekilde ayaklarına baktı. Üzerindeki ceketin yakalarını kaldırarak soğuk rüzgârın sokulmaya çalıştığı uzun boynunu kapatmaya çalıştı. Otobüs çoktan boğulan seslerle, bulanık yağmur sularını fokurdatarak yoluna koyulmuştu. Yakalarını elleriyle tutarak otobüsün gittiği istikamete doğru ağır aksak adımlarla yürümeye başladı. Saçları çoktan ıslanmış, dağılmış perçeminin ucundan damlayan sular kulaklarının altından boynuna akıyordu. Topuklu ayakkabılarının kaldırımları döverken çıkarttığı ses, yağmur sesi ve kaynayan su sesleri arasında belli belirsiz duyuluyordu.
Caddenin kıvrıldığı ilk sokağa girip biraz daha yürümeye devam etti. Karanlık bahçesinde, bakımsız birkaç ağaç olan bir apartmanın girişine yöneldi. Bahçe kapısından yükselen kesif pas kokusu midesini bulandırmıştı. Kapıya dokunmak istemese de kapının mandalını kaldırıp yavaş adımlarla girişteki merdivenlere ilerledi. Basacağı zili titizlikle kontrol edip tereddütle bastı. Bir yandan da nemli parmaklarıyla cebini kontrol ediyordu. Birkaç saniye sonra duyulan cızırtılı “Kim o?” sorusu yağmurun sesine karıştı. Cevabından şüphe duyan bir tonda, sorarcasına “Benim, Rahşan.” diye seslenmesinin ardından kapı mekanik bir sesle açıldı. Binanın içi tamamen ışıksız kalmış, dış kapıdan içeri giren ışık ilk kat merdivenlerini zar zor aydınlatır hâldeydi. Yağmurun sesi artık öfke krizini atlatmış bir kimsenin yorgun sayıklamalarına dönmüş, yolları fethetmekle meşgul bulanık suyun sesi altında ezilmeye başlamıştı.
Üçüncü kat merdivenlerinin açıldığı dairenin kapısında, bir ayağının üzerinde eşikte dikilmiş bir kadın gülümseyerek bekliyordu. Rahşan yeterince seçilebilecek bir mesafeye gelince bağlanmış kollarını ileri doğru uzattı. Yapmacık bir heyecanla, incelmiş sesinin kulak cırmalayan hâline aldırmadan atıldı. “Kuzum, ah bebeğim ne bu hâlin, sırılsıklam olmuşsun. Hadi gel de seni kurulayalım. İnşallah hasta olmazsın.” “Mmm” seslerini uzatıp bir çocukla muhatap oluyormuş gibi bir üslupla ahlanıp vahlanmaya devam ediyordu kadın. Tepeden tırnağa ıslanmış Rahşan, bu yapmacıklığa alışkın olduğunu belli eden donuk bir ifadeyle ayakkabılarını çıkarttı. İnce çorapları ayaklarına yapışmış, parmakları soğuktan donuyordu. Ayaklarını evin girişindeki fayansa bastığında daha da ürpermiş hissetti. Topuklu zarif ayakkabılarıysa yüz üstü bırakılmış bir şekilde kapının önünde kaldı öylece. Ceketini sakinlikle çıkarttı, asacak bir yerler aranırken diğer kadın yaygara kopartmazsa toplanıp onu idam edeceklermiş gibi bir yapmacıklık ve görev bilinciyle onun etrafında dönüyor, yanıt aramayan sorular saçıp duruyordu. Kadın çabasının gereksiz olduğunu anlayınca birbirlerini öpüp hemen girişin solunda yer alan salona geçtiler. Üzerinde dizleri ezilmiş eşofmanları olan ev sahibi, koltuğun üzerindeki kıyafetleri çekingen hareketlerle toplarken bir yandan da memnuniyetsizlik kokan bir sesle konuşmaya başladı.
“Dünden haber verseydin kalkar kahvaltı hazırlardım bize. Şu hâle bak, ortalığı bile toparlayamadım. Hiç değilse evden çıkarken arasaydın beni- neyse çayı koydum ben, şimdi oturup iki lafın belini kırarız. Ben sana neler yapardım haber verseydin, ayıptır söylemesi biz de dün Faruk’la-“ muzip bakışlarla misafirine bakıp kıkırdamaya başladı. Diğer kadın kendisine dokundurulan laflara aldırış etmeden sokağa bakan cama yanaştı. Perdeyi ucundan aralayıp dalgınca sokağa bakmaya başladı. İnce çorabıyla sarılmış bacaklarını camın altındaki kalorifere dayamıştı. Arkasından hâlâ ortalığı toplamaya çalışan kadının mırıltıları yükseliyordu. Hızla kafasını çevirip aniden sordu.“Atıf’la nasıl tanıştığımızı hatırlıyor musun Cemile?”
Sehpadaki kirli kadehleri almak için eğilen kadın kafasını kaldırıp merakla Rahşan’a baktı. Kafasını bir şeyleri sonunda anlamış gibi sallayarak kadehleri bırakıp doğruldu. “Şimdi anladım ben, siz kavga mı ettiniz, ne oldu? O yüzden mi böyle alelacele geldin?”
“Sana bir soru sordum Cemile, ne olur sorduğuma cevap versen? Anladım tamam, bir daha habersiz gelmem evine.” Üfleyerek yeniden pencereye dönüp dudaklarını ısırmaya başladı.
“Tamam, hemen alınganlık yapma, rahatsız olduğumdan mı sanki, aaa! Ben senin için demiştim. Kızma hemen Rahşan, hatırlıyorum tabii hatırlamaz olur muyum? Okulda dersi beklerken koridorda nasıl da heyecanla anlatmıştın. Bir sorun mu var bebeğim?” Bu sefer “mmm” sesi tereddütle ve titrek telaffuz edilmişti.
Cemile yavaş adımlarla arkadaşına doğru yürüyüp arkasından omzuna dokundu ama Rahşan dönmedi, dişlerini dolgun alt dudağına geçirmiş öylece sessiz kaldı. Arkadaşı ona iyice sokulup bir kolunu beline doladı ve kafasını omzuna yaslayıp ikna edici bir tonda mırıldandı. “Rahşan sorun ne?”
Gözlerini yummuş, kafasını omzundaki başa yaslayıp fısıldayarak konuşmaya başladı. “Hani geceleri evde herkes uyumuştur ama sen tavanı bile seçemeden karanlığa dikersin gözlerini öylece. Ev halkının yalnızca nefes sesleri duyulur. Herkes o evdedir ama yalnız sen oradaymışsın gibi gelir. Cemile, anlıyorsun değil mi beni?”
Son cümlesini söylerken dönüp arkadaşının omuzlarından tuttu ve çaresizlikle gözlerinin içine baktı. Cemile ise anlamayan gözlerle kendinden bekleneni tayin etmeye çalışıyor tereddütle gözlerini kaçırıyordu. Sonunda omuzlarındaki ellerden kurtulup karşısındaki kadını kendine çekip sarılmaya çalıştı. Muhatabı biraz isteksizce kendine uzanan kollara teslim olsa da dolandığı yumuşak beden onu sakinleştirmişti. Cemile kollarının arasında pelte gibi kalmış bedenin sırtını okşayarak mırıldandı. “Hadi önce içini ısıtalım, bir çay içelim sonra anlatırsın.”
Birbirlerine dolanmış bedenlerini ayırdılar, Cemile sehpanın üzerindeki kadehleri tek eline alıp diğer eliyle Rahşan’ı mutfağa yönlendiriyordu. Mutfak ancak bir masa sığacak kadardı, penceresi de yan binaya baktığı için bir mağara gibi dar ve karanlıktı. Kadehleri tezgâha koyup Rahşan’ı pencerenin önündeki sandalyeye oturttu. Sonra da ocakta kaynayan suyu kontrol edip mutfak dolaplarını karıştırmaya başladı.
“Şu mutfağa bir girmeye görsün Faruk, tüm düzenimi bozuyor. Güya yardım etmiş oluyor, etmese daha iyi. Üff, nerede bu çay?” Söylenmeye devam ederken Rahşan bacaklarını boylu boyunca kalorifere dayayıp ayaklarını kalorifer kıvrımları arasına sıkıştırdı. Söylenmeleri musluk sesi takip etti sonra da çakmak sesi. “İster misin bir dal? Camı az arala da vereyim.”
Cemile ince bir dal sigarayı paketinden çıkartıp pencerenin önündeki kadına uzattı. Rahşan da oturduğu yerden, ayaklarından destek alarak biraz doğrulup pencereyi üstten araladıktan sonra uzatılan sigarayı aldı. Isırmaktan çatlamış, ezilmiş dudaklarının arasına dal sigarayı yerleştirip çakmak için elini uzattı ama Cemile çoktan ateşi yakıp ona uzatmıştı.
Aldığı duman gıdıklayıcı bir tüy gibi, uyluklarında dolaşan acelesiz bir el gibi ciğerlerine yayıldı. Mutfak dumandan daha da bunaltıcı bir hâle gelmişti. Cemile tezgâha dayanıp külünü lavaboya silkeleyerek sessizce sigarasını içmeye devam etti. Derin derin düşünerek pencereden dışarıya bakan arkadaşını izliyordu. Masanın öbür yanındaki sandalyeyi çekip arkadaşının yanına oturdu. “Yine böyle bir bahar zamanıydı ama soğuk değildi. Koşar adımlarla sınıfa yaklaşırken gözlerin parlıyordu.”
Rahşan başını onaylayarak sallayıp ruhsuz bir gülümseme eşliğinde sigarasından bir nefes daha çekti. “Evet, derse gelirken metroda görmüştüm onu. Hemen karşımda oturuyordu. Gözlerimi alamamıştım. Şimdi o gözlerimi alamadığım yüzü yabancı geliyor, kimin bu yüz karar veremiyorum.”
“Kendine niye böyle yükleniyorsun kuzum, zamanla tabii ki azalır o aşk ama-“ Rahşan yerinden doğrulup itiraz etmek istercesine atıldı. Cemile’nin “mmm”leri yeniden uzamış hatta bu uzama zevkle ağdalanmıştı. Sanki tuzağına düşürmek istediği avının bir zaafını bulmuş gibi sinsi bir merhamet, acıma gizliydi o “m”lerde. “İtiraz etme hiç, kim sonsuza dek her anını aşkla geçiriyor. Bak kaç sene oldu Faruk’la birlikte olalı biz. Arada birbirimizin gönlünü ediyoruz, canımız isterse de arada kaçamaklar, işte bitti gitti. Sonrası ev arkadaşlığına dönüyor. Gayet normal bu bebeğim.” Uzun “m” gittikçe şiddetleniyor, Cemile’nin ellerini ovuşturan memnuniyetini ifşa ediyordu.
Rahşan umutsuzlukla başını salladı. “Anlamıyorsun. Atıf’ı sevmek kurtuluştu, o evde geceleyin karanlığa ilişen bir çift göz daha vardı, uykuma benimle kapanan bir çift göz. Atıf’ı sevmeye inandım ama yatağımda sakin nefesler alan sıcak bir bedenden başka ne kaldı geriye?”
“Aaa ne abartıyorsun ama bebeğim! Bak çay da kaynamış. Benim karnım deli gibi aç. Yumurta yer misin, tereyağlı?”
Rahşan yanıtlamadan başını yeniden pencereye çevirdi. Bu sefer ince parmaklarını ısırmaya başladı. Dolaptan iki yumurta çıkartıp tezgâha koydu Cemile, sonra çekingen bir bakış atıp yeniden sandalyesine oturdu.“Rahşan anlıyorum seni, bazen karşındaki kim olursa olsun, yıllarını geçirdiğin kocan, arkadaşın, annen; anlaşılmaz bir boşluk hâline geliyorlar. Ama devam ediyorsun, bu anlam veremediğin boşlukları tanıyormuş gibi görevini yapmaya devam ediyorsun.”
“Hepiniz toplandınız da birlik mi ettiniz, bu bir devlet sırrıdır deyip evlerinize dağıldınız ama beni çağırmayı unuttunuz sanki. Anlıyorsun işte, hayatta ne Atıf var ne Faruk. Bir an geliyor ki anlıyorsun, bir tek sen varsın ve bu hep böyle olacak.”
“Ne oluyorsun sen, ne bu dram? Hadi artık söyle ne oldu bebeğim?”
Rahşan’ın kızarmış gözlerinden usul usul birkaç damla yanaklarına süzülmüştü. Başını eğip derin nefesler almaya başladı, kafasını iki yana sallayıp daha sonra geriye attı. Parmaklarının tersiyle gözyaşlarını silip burnunu çekti. Uzunca arkadaşının gözlerine bakıp gülümsedi.
“Oh, arada saçmalarım ben böyle biliyorsun. Havalar kötü gitti ya benim de bünyem hassastır biliyorsun, ondan etkilendim sanırım. İşler de çok yoğun, iyice dengem bozuldu.”
“Ha şöyle bir kendine gel, yapıyorum o zaman yumurtalarımızı. Başka bir şey ister misin?”
Rahşan ayaklarını kaloriferden çekip ayağa kalktı, çorapları çoktan kurumuştu. Hararetlenen ayakları yere değince ürperdi. Tezgâha sürtünerek mutfak kapısına doğru ilerledi. “Elimi yüzümü yıkayıp geliyorum hemen.”
Cemile onaylayarak başını sallarken dolaptan kahvaltılıkları çıkartmaya başlamıştı. Henüz havalandırılmadığı için ev sigara ve insan kokuyordu. Nefes alması neredeyse imkânsız bir hâldeydi. Koridorun sonundaki banyoya girdi, birbirine girmiş rutubet ve tıraş kolonyası kokusu midesini ağzına getirmişti. Kapıyı çarpıp gitmek istiyor, neden burada olduğunu hatırlamak için tüm zihnini yokluyordu. Duş perdesi ve paspası hâlâ ıslak olan bu banyoya karşı içinden yükselen iğrenme duygusuna engel olamıyordu. Ellerini lavaboya dayayıp banyonun loş sarı ışığıyla aydınlanan, su lekeleri dolu aynaya baktı. Musluğu açıp soğuk suyu art arda yüzüne çarptı. Doğrulup bu yabancı banyonun aynasına baktı yeniden. Önceden sıcaklığıyla kalbini ısıtan arkadaşının şimdi tükenmiş, soluk maddesinde avuntu arıyordu. Ne kadar acınası diye düşündü. Umutla geldiği bu avuntu kucağı eski dost bile yabancıydı artık. Kolunun tersiyle kurulandıktan sonra kabaran saçlarına yarım yamalak bir düzen verdi. Yeniden Atıf’ı düşünmeye başladı; tatiller, evden çıkmadan geçirilen sıcacık kış günleri, sözler, öpüşler. Hepsi yarısı hatırlanan bir düşün parçaları gibi düşüyordu avuçlarına. Bir zamanlar Atıf’ı sevmek onu kendiyle baş başa kalmaktan kurtarır sanmıştı, yalnızlığın bölüşülebildiğine inanmıştı, bir köşeye çöreklenmiş o koca yalnızlığı gözlerini sıkı sıkıya yumup inkâr etmişti. Her gün o köşe sınırlarını genişletip tanıdığı suratları yutuyordu, Atıf’ı, Cemile’yi. O ise hiçbir şey olmamış gibi silinmiş yüzlere gülümsüyor, onları öpüyordu. Bu açık sırrı ifşa etmeye teşebbüs ettiği an kelimeler düğümleniyor ve İskender şehri terk etmiş oluyordu. İnce beyaz kolunu kaldırıp bileğine salaşça dolanmış saatine baktı. Nemli hava sanki tenine yapışıyor, bir kâbus gibi üzerine çöküyordu. Sol cebinden katlanmış, üzerindeki yazılar silinmiş bir bilet çıkarttı, bir süre bilete dikkatle bakıp acı acı güldü. Ardından bileti minik minik parçalara bölmeye başladı sakince. Suratındaki alaycı gülümseme gittikçe büyüyordu. İçeriden gelen “m”leri uzun sesle silkinip cevap verdi. “Geliyorum hemen. Şeker koyma, şekersiz içiyorum.”
yalnızlıktan da kurtulup yalnız kalmak isterim*
*Attilâ İlhan- Kaptan
Zehra Betül Bulat
Kapak İllüstrasyonu: “After the Misdeed”, Jean Béraud