Merhaba, ben Eduardo. Hatrı sayılır süredir depresyondayım, yaklaşık 8-10 ay kadar. Burası çok güzel bir yer, lambalar falan var. O kadar uzun süredir buradayım ki, bir mekâna gittiğinizde lavabonun yerini sorarsınız ve çalışandan önce orada oturan müdavimlerden biri cevap verir ya, işte ben o oldum. Ki nereden baksanız epey zamandır olabildiğim tek şey bu. Ama herkes benim gibi olacak diye bir şey yok. Mesela geçen Ahmet Necdet Sezer’i gördüm el salladım. Bana çok güzelce paketlenmiş bir kafa karışıklığı ve kimlik bunalımı seti verdiler. Ben hemen kutu açılımını yapıp biraz kurcaladım. Kimi zaman kendimi sandalye gibi hissediyorum. Ki bu çok çeşitlenebiliyor, bazen iri göğüslü bir MMORPG karakteri, bazen mikrofon uzatılmış bir seçmen, bazen yaya geçidinde yürüyen bir kuş hatta ve hatta bir kaşık gibi hissedebiliyorum. Bir tek kendim gibi hissedemiyorum. O da düzelir bir şekilde.
Buraya gelmem gerektiğini fark etmem zaman aldı. Klozette otururken fotoselli lamba söndüğünde hiç hareket etmediğim an bir şeyleri anlamaya başladım. Lamba aslında basit bir argümanla gelmiyor, kıvrak zekâsı ve çevikliğiyle benim zaman ve mekân kavramıyla olan ilişkimi sorguluyordu. Figürüyle bir soru işaretini andıran, pantolonunu ayak bileklerine kadar sıyırmış, uykusuzluktan şişmiş gözleriyle fayansları izleyen aciz varlığımı kabul etmemişti. O anda idrak ettim ki bir ontoloji filozofuyla karşı karşıyaydım. Bir yaprağın tek görevi dökülmek olmadığı gibi bir lambanın tek görevi de ışık vermek değildi. Yaradılışında hareket sensörüyle donatılan bu harika varlık, yalnızca tuvaletin içini değil benim de içimi görüp kıpır kıpır eden hiçbir şeyin kalmadığını çok çabuk kavrayıp bana yansıtabilmişti. Ben de yalandan bir iki hareket edip ışığın tekrar yanmasını istemedim. Yukarıdan beni izleyen lamba, Fotos, (Yunanca: Φοτοσ) artık benim tanrımdı. Efendime, bana gönderdiği fotonlarla aydınlanacak kadar değerli bir varlık sunabilecek durumda değildim. Bana ders vermeye, belki de silkeleyip kendime getirmeye çalışan bir üst varlığa evrakta sahtecilik yapamazdım. Işık vermeyerek beni bu kadar aydınlatabilen bir lamba daha girmeyecekti hayatıma, buna emindim. Fotos çok ama çok güçlüydü ve bu kazanabileceğim bir savaş değildi. Birkaç gün sonra da eve depresyon celbi geldi zaten.
Öyle herkesin sandığı gibi burada kimse yürüyen ölüler gibi değil. Daha çok herkesin zihni karışık gibi. Yaşama içgüdüm de sıfıra inmiş değil. Örnek vermem gerekirse karşıdan karşıya geçerken hala dikkat ediyorum fakat artık sağa ve sola Kenan Evren gibi bakmaya başladığımı hissedebiliyorum. Çok sıkıcı bir yer değil gibi burası. Hareketsiz kalmamamız için parkurlar var. Bu sabah mutsuzluğuma tırmanıp özgüvenime atlamaya çalıştım ve her iki bacağım da şu an alçıda. Kimsenin gülmediği de külliyen yalan. Şakalar illaki yapıyoruz ama artık zorunluluk haline geldiler. Ben hayat okyanusunda mizah soluyan bir köpek balığıyım ve eğer durursam ölürüm. Özellikle hareket sensörleriyle donatılmış bir dünyada hareket her şeydir. En kısa zamanda temiz havayı tekrar solumak ümidiyle.
Oğuzhan Eren