Hastalığım iyice kendini göstermeye başladığından beri evden hiç çıkmadım. Göstereli de epey zaman oluyor.
Dışarıyı, yaşamı, geceyi, gündüzü ufak bir köy evi penceresinden duyuyorum. Tinine dokunamasam da orada olanın, o gördüğüm yaşamın, gecenin, gündüzün ve daha birçoğunun… İşte ben buradayım. Bu esmer yüzü sararmış, bu kara saçları hep dağınık, bu koyu gözleri hep yarım açık…
İşte burada, babaannemin bu küçük köy evinde, annemle, babaannemle, babaannemin camdan gördüğüm keçileriyle, bahçedeki kuru keçi postlarıyla, ezanda uluyan köpeklerle, benimleyim. O oğlan çocuğu, o on yedisinde, o kara saçları hep dağınık, o hasta… O tini vurulmuş.
Bulutlu gecelerde göğün koca, kara keçilerini yel çobanın nasıl güttüğüne bakarım. Bazı kimse yokken yanımda, aslında çoğunlukla yalnızımdır, elimi de uzatırım. Kara keçiler gündüzleri ak olur, bazen kaçmışlardır. Ne ki, mutlaka geri gelirler. Ne zaman geleceklerini, ne zaman gideceklerini huzurlarından bilirim. Huzurlarını da bilirim. İnanmazlar da bana, sonra lafıma da gelirler. Ben susarım. “O dediydi,” demezler. Ben “öyle” olduğumdan içime doğuyormuş.
O dar, bayır köy yolundan aşağı yukarı uçuşur kişiler. Bazı eski, kirli giysileriyle bir çocuktur. Yüzleri de oynamaktan hep kirlidir. Güneş onları hep yakar, hepsi esmerdir. Ben yanmasam da öyleydim. Sararmadan öncesinde… Bazı imamı görürüm. Bayır yukarı çıkıverir iki üç adım. O da herkes gibi kamburlaşır bayır yukarı çıkarken. Ben de öyle olurdum çıkarken. Bazı orta yaşlı kadınlar olur. Çoğu şişmandır. Çoğu tarlada yorulmuştur. İlkokulu bıraktıktan sonra, tarlada annemlere yardım ederdim. Ben de yorulurdum. Bazı adamlar geçer. Onlar çoğu zaman soğukturlar. Yük taşımaktan terlemiştirler. Ben de güneşte çok durunca su içinde kalırdım. Köpekler geçer, beni köpek de koşturmuştu. Aşağıdaki bahçenin o cellat gibi köpeği… Kediler geçer, kedileri kucağıma alıp severdim.
Bazı da içerlenirim. Çünkü benim yaşımdakiler geçer. Kimisi tarlada çalışır, kimisi mallara bakar, kimisi ilçedeki lisenin yurdundan gelir hafta sonu. Kimseyle konuşmamışken, kimseyle kavga etmemişken, kimseden kötü söz işitmemişken, kimseden yumruk yememişken, hatta o kimseler beni görmemişken ben böylesine içerlenirim. Nedenini de bilmem ama bilirim.
Kitaplarım ilkokuldan kalmadır. İlçeye indiğimiz olurdu bazı hafta sonları. Öğretmen kitap isterdi, o zaman alırdık. Eve gelince öylesine bir yere koyar, dışarı kaçardım annemden gizli. Arkadaşın babasından kalmış bisikletine binmeye, gözede ıslanmaya, malları beklemeye, milletin bahçesinden meyve çalmaya, çelik çomak oynamaya, top koşturmaya… Malları akşamüstü ağıla bırakır, oyuna kaçardım. Sonra hava kararırdı. Eve girmeye çalışırdım gizli gizli, hep yakalanırdım. Zaten yakalanan her zaman her yerde ben olurdum. Ağacın tepesinde sopayı da hep ben yerdim. Eve gelince de azar işitirdim. Bazı yatsı sonrasına kalır, tokat yerdim kollarıma.
Ertesi sabah okul sabahı olurdu. İlçeden alınmış kitapları nereden geldiğini bilmediğim yırtık bir çantaya koyardım. Hiçbirinin adını bile bilmiyordum o kitapların. Sonra okula giderdim. Yırtık ayakkabılarım su alırdı. Amcamdan kalmaydı. Büyüklerdi de. Çamura yapışınca ayağımdan çıkardı.
Yağmurlu günlerde okul pantolonumuz hiç temiz kalmazdı, tokat yerdik. Kitapları okumamış olurduk, dayak yerdik. Ezberimiz olurmuş. Hatırlamazdık, dayak yerdik. Yazı da yazardık. Benim yazım art arda kıvrılan eğri çizgilerden ibaretti. Bazı harfleri yazmazdım, bazı yan sayfaya taşardım. Elime sopa yerdim, hiç yazamazdım.
Art arda yedi tokat yediğim günü hatırlıyorum. O gün burnumun, dudağımın kanadığını da hatırlıyorum. O tokatları nasıl saydığımı, nasıl ağlayamadığımı, nasıl ses çıkaramadığımı hep hatırlıyorum. Öğretmenin yorulduğunu hatırlıyorum. Sırama giderken enseme de bir tokat attığını hatırlıyorum. O sesin camları titrettiğini, belki bana öyle gelmişti, hatırlıyorum. Ne ki, tüm bu yaygaranın nedenini hatırlamıyorum. Gerek de yok. Hatırlamama değil, nedene gerek yok.
Bir bayram amcam gelmişti şehir merkezinden ailesiyle beraber. İlkokuldaydım. Kızı da vardı. Benden üç yaş küçüktü. O fistolu eteğiyle, derli toplu saçlarıyla aşağıda bekleyip gözcülük yapmıştı. Ben de ağaca çıkıp abiliğimi yapmış, ona en iyi erikleri çalmıştım. Bazen seslenirdi:
-Abi, üstte. Üstte. Evet! O.
Tam bir erik daha alacakken çırpındı:
-Eyvah abi, Tahtacı’nınkiler geliyor!
Ben hoplaya zıplaya indim ağaçtan. Onun saklandığı çalılığa atladım. O zaman Tahtacı’nınkiler dediğimiz bahçe sahibinin çocukları bizi gördüler, bağırıp kovalamaya başladılar. Onlar odun, taş toplayadururken biz koşup kaçıverdik. Küfürlerini de duyduk, güldük. Sonra ben kardeşime eriklerin en iyisini çalıp dünyanın en iyi abisi oldum. Kimseye de söylemedik ama amcamlar gittikten sonra annemler Tahtacı’nınkilerden olanları öğrenip beni ıslatıverdiler. Geçen bayram da geldi amcamlar. Ben hiçbirini görmedim ama. Oda kapısını açan olmadı çünkü. Ben zorunlu olmadıkça çıkmam bu odadan.
Yatağımın altındaki gizli kapıyı kimseye göstermem. İyice ezberlemişsem dışarının renklerini o gün, biraz da farklı yerler görmek, bilmek isterim. O zaman amcamın kızının son gelişinde burada unuttuğu o kapı bana açılır. Bir kitaptır. Ben, o kitap yüzü açmamış… Yüreğim nasıl çarpar onu açarken. ‘Tin’i de oradan öğrendim. Ne ki, ancak iki sayfa okurum açarsam. Çokça da açmam. Sıkıldığımdan değil, hemen bitmesin diye. Belki ben bitirmeden yine gelir. Belki yine bir kitap unutur. “Benim beklediğim bile gelmeyeninden,” der, isyan ederim bazen. Sonra hemen indiririm o isyan bayrağını. Korkarım gözlerimden, göremesem de onları.
-Anne biz neye burdayız? Gitsek ya.
-Onu nerden çıkardın?
-Anne bu ev kimin? Tarla, bahçe, mallar…
-Ey, babaannenin oğlum. Aklını mı yedin?
-Babaannemden sonra kimin?
-O ne demek o?
-Kağıtta amcamın ya. Bizim hiç bir şeyimiz yok anne. Bizim bi yerimiz yurdumuz da yok işte. Gel gidelim. Ben sana bakayım ilçede. On beşimdeyim işte. Çırak oluvereyim. Önce ben tek gideyim, başımızı sokacak bir dam-
-Olmaz öyle saçma şey. Babaannene kim bakacak sonra?
Ben ne zaman hasta olduğumu tam hatırlamıyorum ama on beşimde sağlammışım. Nasıl hastalıksa birden eve kapatıldım. Başımı bahçeye çıkaramadım. Konuşamadım. Yapamadığımdan değil, korkumdan konuşamadım. Konuşsam kan kusacağım, dünya dönmeyecek, herkes ölecek, yaşam gözümün önüne düşen bir nesne olacak sandım. Ondan sustum hep. Kimse de benle konuşmadı. Kimseye bulaşmazmış da ama yanıma oturan da olmadı. Bu odada yalnız başıma hastalandım sanki. Babaannemle komşularına kalsa bende çocukkenden başlamış da bu, şimdi kendini göstermiş. Çocukken, babam bizi bıraktığı içinmiş. Oysa ben ne babamın gurbete gittiğini hatırlıyorum ne de bir daha yüzümüze bakmayacağını öğrendiğimiz günü. Çünkü çocuk bile değilmişim daha. Öyle özlemini de çekmedim bu yüzden. Annem daha onu bekliyor oysa.
Bir gün annemle babaannem girdi odaya. Temizlemek için. Ben yine camdan bakıyor, dağlardaki ağaçların renk geçişlerini seçmeye çalışıyordum tek tek. Kimsenin birbirine ses etmediği bir andı. Ta ki sırtımda hiç gitmeyen bakışlar sezene kadar. Yavaşça dönüp baktım. Annem elinde silgi bezi olmuş eski, kirli bir paçavrayla bana bakıyordu. Babaannem kayıtsızca onun işini kollamayı sürdürüyordu. Annemle uzun uzun bakıştık. Ben tam başımı çevirecekken konuştu:
-Oğlum, ne görüyorsun da somurtup duruyorsun?
Ben susup ona baktım. Annem biraz bekledi. Babaannem:
-Sen de oğlunun halini bilmezmiş gibi konuşuyorsun. Nasıl anan baban vardıysa artık…
Babaannem bunları anneme bakmadan söylemişti. Annem buraya mecbur kalmasaydı, onun karşısında boynu bükük olmasaydı, gideceği bir ailesi olsaydı susmazdı belki. Belki yanıtsız bırakmazdı. Belki ona inanmazdı. Belki benim sapasağlam olduğuma inanırdı. Bana inanırdı belki, ona değil. Ama işte o ne kutsal anneydi! Elinde kalmış gelini ertesi günü kapının önüne koyacağına evine almıştı. Çocuğunu da bakmıştı, onu da…
Bahçenin avlusunu annemle ben yaptık. Evin çatlayan kerpiç duvarlarını annemle ben onarırdık. Burayı ev yapan biz olsak da, tarlalarda yıllarca annemle ben çalışmış da olsak, malları biz yaşatmış olsak da, yaşlı babaannemin hizmetini de görmüş olsak biz hep yüktük. Hep minnet duyandık.
Annem “annesine” hiç yanıt vermedi. Daha sabırsız söyledi bana:
-Konuşsana a oğlum. Bir şey sordum sana.
İşte o zaman benim dudaklarımdan bir yıl sonra istemsiz sözcükler dökülüverdi. Babaannem de tam bana dönmüşken hırslı, kırgın gözlerle baktım onlara. Konuştum:
-Kaç tane yetim karıncanız var sizin?
İkisi de donakaldılar. Bana bakakaldılar. Ben yine dışarı baktım. Çıktılar. Kapının önünden babaannemi duydum:
-Görüyor musun? Ben ne diyorum sana? Deli senin bu oğlun, deli!
Artık ben o tümceyi bir yerden mi duyduysam, gökten mi tuttuysam, düşümde mi gördüysem… Çünkü ben de anlamamıştım ne dediğimi. Kişi sözlerinde kendini mi saklar ki? Ben yetim miyim ki? Karınca neden ki?
Sonradan anladım ki babamın uzaklarda bir yerde beni görmek istemeden yaşıyor olmasıyla yetim kalmam arasında çok da fark yok. Hatta benimki daha fena. Çünkü işte ben karıncayım. Eve girince günahtır diye öldürmedikleri ama tiksindikleri, hemen gitsin istedikleri bir karıncayım.
Şimdi kapı çalıyor. Bu öyle az olur ki, irkiliyorum ta odanın içinden ufacık sese. Gözlerim istemsizce büyüyor, oda kapısına bakıyorum. Dudaklarım titriyor, ellerim soğuyor. Bir keçi geliyor camımın önüne. Anlık dönüp bakıyorum. Sonra gelen sesle yine oda kapısına dönüyorum.
Amcamın sesi geliyor. Babaannem de cıvıldıyor onu görünce. Sonra birini seviyorlar. Bir kız olmalı ki:
-Aman ne güzel olmuşun büyüyünce, tümcesini duyuyorum.
Cam açık. Keçinin sesi çok yakın. Sonra amcamın karısının sesi. Unutmamışım seslerini. Kardeşim hiç konuşmuyor. Yatağın altına çöküyorum yalpalayarak. Kitabını alıp üstündeki tozları elimin tersiyle götürüyorum. Bir soru geliyor:
-Abim nasıl?
Bu sorunun yanıtını duymuyorum. Çünkü yok. Araya başka sözler kaynıyor. Neden bilmiyorum ama yüreğim göğsümü acıtacak kadar çarpıyor. Sözüm geçince yakalanmış gibi kasılıyor her yanım, oturuyorum camın kenarına. Ellerimi kucağımdaki kitabın üstünde kavuşturup onlara bakıyorum gözümü kırpmadan. Gözlerim doluyor ama akmadan geri çekiliyor yaşlarım. Sarı ellerimin yeniden eski esmerliğine döndüğünü ayırt ediyorum. Sesler kesiliyor. Saatlerce neyi beklediğimi bilmeden öylece kalıyorum. Bazı cama bakıyorum. Bazı kitabı karıştırıyorum.
Evin kapısından veda tümceleri gelince neyi beklediğimi anlıyorum. Kapım yine açılmamış oluyor. Amcamları yolcu etmiş olacaklar ki annemle babaannem eve birkaç dakika sonra geliyorlar. Ben bacaklarımda inanılmaz bir kasılma duyuyorum. Neden bilmiyorum ama onlar gittikten sonra tamamen tükendiğimi, boş bir nesne olduğumu sanıyorum. Çünkü umutlarım sönüyor. Çünkü kuyumun ağzı kapatılıyor. Kalakalıyorum.
Büyükçe bir güçle ayağa kalkıyorum. Kapalı kapıyı açmak istiyorum, açılmıyor. Kilitlenmiş. Nasıl bir utanç nesnesi olmuşum ben böyle! Kaçak gibi camdan atlamayacağım. Geri çıkıyorum. Hızlıca koşup omuz atıyorum kapıya. Tek hareketimde açılıyor. Annem kuzeninin yanından ayağa fırlıyor. Engel olmuyor sonra. Başımız mı doğruluyor?
Evin kapısını açıyorum. O ne güneş! Gözlerime saplanıyor ok ok. Bakışım kararıyor. Ben koştuğumun ayırdına varıyorum birden. Bayır yol boyu koşuyorum. Önüme engel çıkmıyor beni görenler kaçıştığından. Ben onları da umursamadan koşuyorum. Bakınıyorum yola. Araba kaybolmuş. Elimde kitapla kalakalıyorum. Veremiyorum bu kitabı sahibine. İçimde hem bir vicdan azabı karnımı ağrıtan hem bir hareketlenme göğsümde… Göğe bakıyorum. Bu renk miydi ki bu sonsuzluk? Bakıyorum da… Bu ağaçlar bu boyda mıydı? Hava böyle mi kokardı? Camdan gördüğümden ne kadar da değişikti! Ben bir yılda bu kadar koptum mu yaşamdan? Kişinin anıları bu muydu?
Heyecanlı göğsümü kabartan bir soluk alıyorum. Bir gerginlik yayılıyor yüzüme. Gülüş bu gerginlik. Kısık sesli, kısa gülüşlerim oluyor. Annem bahçe duvarının yanından hem ağlayarak hem gülerek bana bakıyor.
Müberra Akçay