İKİ

  (…) Otobüsteyim, sol tarafın en arkasında, cam kenarında oturuyorum. Dışarıda arabalar minik adımlarla ilerliyor, sabırsız şoförler kornaya asılıyor, köprüdeyiz.

        Kulağıma, beni hüzünlendiren bir şarkı fısıldıyor, bu şarkıyı biliyorum. Sözlerini hatırlamalıyım;

        What we don’t see

        Well it can’t be real

        What we don’t touch

        We cannot feel…*

Ben sözleri aklımdan geçirirken şoför direksiyonu hafifçe sağa kırınca güneş ışığı gözüme vuruyor. Şarkı bitiyor, yenisi başlayınca kulağımda kulaklık olmadığını fark ediyorum. Ses nereden geliyor bilmiyorum. Kaynağı bulmak için etrafa bakıyorum. Otobüste herkes oturuyor, orta sıralarda oturan bir gencin kulaklığı var ama sesin bana ulaşması imkânsız. En sonunda yanıma bakıyorum, uzun boylu esmer bir adam oturuyor. Göz hizasında başlayıp çenesine kadar inen kulaklarına ister istemez gözüm takılıyor, ona baktığımı fark edince kafasını hafifçe bana çeviriyor.

        Yüzünde bir tuhaflık var. Anlam veremiyorum ama tiksiniyorum. Farkında olmadan kaşlarımı çattığımı camdaki yansımamdan görüyorum. Tekrar adama odaklanıyorum. Bu sefer vücudu bana doğru eğilmiş, yüzünü görebiliyorum. Sanırım, bir gözü oyulmuş… Yanaklarındaki kuru kan izleri ve boşlukta sarkan göz kapakları midemi alt üst ederken kendimi toparlamak için bir saniyeliğine gözlerimi kapatıyorum. Yutkunduktan sonra açınca küçük bir çığlık kaçıyor ağzımdan. Burnu, burnumdan birkaç santim ötede duruyor. Gözlerini, gözünü, artık daha net görebiliyorum. Safir mavisi. İçimden bir ses diğer gözünün gri olduğunu söylüyor. “Ne yapıyorsunuz?!” diye bağırmak için derin bir nefes aldığımda, adamın kötü kokusu ciğerlerimi yakıyor, bu yüzden ben daha söylenemeden adam elini saçlarıma uzatıyor. Kendimi kasıyorum. “Rahat,” diye emir veriyor tok sesiyle. “Sana pek de bir şey yapmayacağım.” O anda, elinde parlayan bir şey görüyorum. Bir cam parçası ya da metal. Sivri ucu hafifçe boynumda geziyor. Yardım edecek biri için otobüste göz gezdiriyorum. Ancak yolcular koltuklarında oturmuyorlar, koltuklarda artık kıyafetli iskeletler oturuyor, hepsi kafalarını bize doğru çevirmiş, sırıtarak izliyor.

        Çığlığı basmak için ağzım kocaman açılıyor, sivri bir şey boğazımı parçalıyor…

        Çığlıklarım, sessiz birer direnişe, acıya dönüşüyor… Nefes almak için boğuştukça kan yutuyorum.

        Hayatta kalmak için hiçbir şansım yok. Son dakikalarımı boşa harcayamam. Beni öldüren kişinin sıfatını aklımın bir köşesine dolma kalemle işlerken son duyduğum şey, kulak tırmalayıcı kahkahalar oluyor.

İskeletler gülüyor. 

Gözlerim, açılmayı şiddetle reddediyor. Kulaklarım uğulduyor. Nerede olduğumu kestiremiyorum, en son hatırladığım şey… İskeletler? 

Onları ve nefes almak için olan uğraşımı anımsayınca, gözlerim hızlıca açılıyor nerede olduğumu kavrıyorum, otobandayım, arkamdan arabalar kornalara asılıyor, gerçekten de köprüdeyim. Nefes alışlarım düzensizleşiyor, hiçbir şeyi düşünmeden önce kenara çekecek gücü kendimde bulamadığım için, dörtlüleri yakıyorum. Kuruyan dudaklarımı yan koltukta bulduğum suyla ıslattıktan sonra, ellerime döktüğümle de yüzümü yıkıyorum. Yavaş yavaş kendime gelirken zihnimdeki sis dalgası uzaklaşıyor, nereye gittiğimi ve daha önemlisi neden annemin arabasında olduğumu hatırlıyorum. Kız kardeşimin doğum günü için saat altıda evden çıkmıştım, ne kadar zamandır burada olduğumu kestiremeyince gözlerim dikiz aynasındaki dijital saate kayıyor, 19:02. Kutlama sekizde başlıyor ama gördüğüm o garip şeyden sonra geceyi atlatabileceğimi sanmıyorum. Bu yüzden, tüm o şeyi düşünmeden annemin evine gidiyor, aldığım hediyenin içinde olduğu arabayı park edip anahtarları posta deliğinden içeri atıyorum. 

Geri dönüş yolunda, yoldan çevirdiğim taksinin camına alnımı dayamış, yıldızları izliyorum. Henüz olanları düşünmek için erken, en azından eve gidene kadar ertelemeliyim ama ışıldayan tabelaların aydınlattığı her yüz otobüsteki yolcuları anımsatınca fazla seçeneğim kalmıyor, anılar beynime hücum ediyor. Savaşmadan, yenilgiyi kabul edip onları selamlıyorum. Yüzleri tek tek arıyor, neden gündüz vakti bir anda rüya gördüğümü anlamaya çalışıyorum. Buna sanrı da diyebilirim ama ‘deli’ olarak nitelendirilmeye hazır değilim. Adamın kokusunun, ciğerlerimi doldurduğu ana gelince kafamı istem dışı silkeleyerek anıları kovalıyorum. Kendi kendime yıldızların adlarını mırıldanırken eve geliyoruz.

*Göremediğimiz şey gerçek olamaz, dokunamadığımız şeyi de hissedemeyiz (Oasis-Sad Song)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir