Yerden üç basamak daha inilerek girilen bir kapının önündeydim. Az sonra bu kapıdan içeri girecek ve tüm dünyayı kurtaracaktım. Yani bana öyle söylenmişti. Gelecek, bu kapıyı yavaşça açacak ve üç el ateş edip kaçacaktım. Böylece, dünya sonsuza dek kurtulmuş olacaktı. Kapıya doğru usulca bir adım attım. Ayak bileklerimden dizlerime kadar ha yıkıldı ha yıkılacak gibi titriyordum. Destek alabilmek için kapının pervazına tutundum. Tam o sırada, sanki kapı koluna tutunmuşum gibi kapı açılıverdi. İçeriden yeşil kazaklı, benden iki karış daha kısa biri çıktı. Uzun uzun beni süzdükten sonra benim geldiğim yöne doğru giderek kayboldu. Adamın beni garip bulmamasına şaşırmıştım doğrusu, fakat üzerimde bu zamanın modasına uygun şeyler vardı. Yeşil bir gömlek, bir kadife pantolon, bir de kime nasıl estiyse küt burun bir kundura giymiştim. Zaten buraya gönderilirken her şeyimi baştan aşağı değiştirmişlerdi. Saçlarımdan tutun da çenemin şekline kadar oynanmıştım. O yüzden çok da şaşırmamam gerektiğini fark ederek çıkan adamın aralık bıraktığı kapıdan içeri süzüldüm. Sığabilecek her yere etrafında dört sandalyesi ile birer masa atılmıştı. Ortalıkta dikilip elinde garip bir yuvarlak tepsi tutan adam hariç herkes sandalyelerde oturuyordu. İlk önce devlet dairelerinden birindeyim sandım. Biraz daha inceledikten sonra adamların garip garip dikdörtgen kağıtlarla ya da bir tahta üzerine dizilen ufak, üzerinde sayılar yazan plastik taşlarla meşgul olduklarını fark ettim. Dikkat çekmemem gerekiyordu fakat ben çoktan çekmiştim. Ortalıkta dikildiğini söylediğim adam hemen yanımda bitiverdi.
“Ne içersin abi?”
Kendimi açık etmemem gerekiyordu. Telaşımı belli etmemeye çalışarak çevreme bakındım. Masaların üzerinde garip biçimli bardaklarda koyu kırmızı bir içecek vardı. Ben gözüm takılmış şekilde o içeceği süzerken adam tekrar sordu.
“Çay mı vereyim abi?”
“Evet evet, çay ver.” diyerek cevap verdim. Artık çay ne idiyse verdiğim cevap onu o içeceği ürettiği belli olan kısma yöneltti. İşini bitirince beyaz bir tabağın içine konulmuş o garip biçimli bardaklardan biriyle bana doğru gelmeye başlamıştı. Hemen boş bulduğum ilk masaya oturdum. Umarım tek başına oturabiliyorumdur diye düşünürken adam çay dediği içeceği bırakıp gitti. Doğrusu, çay dediği şey garip gözüküyordu. Tadına bakmak için elime aldığım anda geri bırakmak zorunda kaldım. Parmak uçlarımı sızlatacak kadar sıcaktı.
Oraya ne için geldiğim ansızın kafama dank etti. Çayla, masayla uğraşacak vaktim yoktu. Direktifleri uygulamakta başarısız olmuştum. Hemen etrafı süzmeye başladım. Söylendiğine göre vurmak zorunda olduğum kişi yeşil bir kazak giyiyor olacaktı. İşte oradaydı. Sorun şuydu ki; yeşil kazak giyen iki kişi vardı. Adamın okey denilen bir tür oyun oynuyor olacağını söylemişlerdi. Her iki yeşil kazaklı da aynı masada olduğu için buradan da ayırt edemiyordum. Bu kadarcık şeyi bile düşünememişler ve bana eksik bilgi vermişlerdi. Burada yapmam gerekenin her ikisini de öldürüp kaçmak olduğunu biliyordum. Lâkin, bugün burada olan ufacık bir olayın bizim bütün geleceğimizi değiştirmiş olması yüzünden korkuyordum. Evet, bütün gelecek bu kıç kadar yerde değişmişti. Bu şerefsiz adam, oynadığı oyunda bile dürüstlüğünü koruyamamış ve hile yapmıştı. “Taş çalma” demişlerdi sanırım bu hileye. Bunu fark eden diğerleri ise adamı önce dövmüşlerdi. Adam ıslah olmamış, onlara küfür etmiş, bu küfürleri duyan diğerleri de bunu tekrar döverken öldürmüşlerdi. Yani bu adam bu gece ölecekti. Evet, ben de onu öldürmeye gelmiştim. Fakat, geleceği değiştiren onun canlısı değil ölüsüydü.
Yine aynısını yapmış, düşüncelere dalmıştım. İleriye doğru tekrar göz attığımda, beni derinden sarsan bir şey gördüm. Masadaki her iki yeşil kazaklı da çaktırmadan taş çalıyorlardı. Birisi gömleğinin yeninin içine, diğeri de kulak kaşıma bahanesiyle ensesine saklıyordu taşları. Hangisinin doğru kişi olduğunu kara kara düşünürken mekânın kapısı açıldı. Girişin hemen yanında oturduğum için ayan beyan görebilmiştim. Bu da yeşil kazaklıydı! Kafam allak bullak olmuştu. En sonunda kimseyi öldürmemeye karar verdim. Nasıl olsa bir kavga çıkacak, onlar gereken kişiyi öldüreceklerdi. Ben böyle düşünüp çayımı yudumlarken bir arbede çıktı. Fakat çıkan arbede beklediğim masada çıkmamıştı, tam zıt tarafında oturan kahverengi kazaklının masasındaydı. Kavgaya bulaşmamak için oturduğum yerden kalkıp biraz geriye doğru gittim. Bir elimde çay bardağı, diğerinde de o beyaz tabak ile birlikte kavgayı izlemeye başladım. Bir süre sonra ortalık sakinleşmiş, herkes yerine oturmaya başlamıştı. Tam o sırada beklediğim anın geldiğini anladım.
“Lan! Zafer, taş çalmış lan bu ib…! Hem de ensesine sokmuş, bak!” diyerek yeşil kazaklılardan birini diğer yeşil kazaklıya göstermişti. Beyaz bir gömlek giymişti ve yüzü bana dönük şekilde ayakta duruyordu.
“Taş mı çalmış? Vay eşşoleşşek! Oğlum demedik mi hesabına oynuyoz, taş çalan p… diye?”
Taş çaldığı ortaya çıkan yeşilli gittikçe daha da pusuyordu. O pustukça ben daha da sinirleniyordum. Karşıdaki de taş çaldığı halde sanki hiçbir suçu yokmuş gibi bağırdıkça bağırıyordu.
“Ulan, hani taş çalmak yoktu? Cevap versene oğlum, niye susuyorsun?” diyerek daha da körüklüyordu üstelik.
Nihayet taş çaldığı fark edilen yeşil kazaklı konuşmak için harekete geçmişti ki, çenesine yumruğu yedi.
“Bir de cevap verecek lan dallama! Şuna bak, bir de konuşacak utanmadan! Tutmayın lan artık beni!” diyerek sağlı sollu adama girişti.
Daha fazla duramadım. Tek suçlu o dayak yiyen olsa belki karışmazdım ama aynı haltı yediği halde diğerini dövmeye kalkması sinirlerimi bozmuştu. Elimdeki çay bardağını adama doğru fırlattım. Yıllardır aldığım eğitimler beni yarı yolda bırakmamıştı. Bardak tam kulağına gelmiş, kulağına aldığı darbe hem dengesini şaşırmasına hem de boynunu boydan boya yakan sıcak çayın canını acıtmasına sebep olmuştu. Kendini toparlar gibi olunca bana doğru döndü. Masanın üzerinde duran krem rengimsi tahtalardan birini aldığı gibi bana fırlattı. Kafamda “tak” diye bir sesin çınladığını hissettim. Yüzüm alev almıştı sanki. Burnum tahtanın etkisiyle kırılmış olmalıydı. Burnumdan gelen kanı kolumun yenine silmeye çalışırken bir anda gözlerim karardı. Şerefsiz, tahtayı atar atmaz koşmuş, hemen önümde bitivermişti. Attığı yumrukla beraber mekânın kapısından dışarı fırlayıverdim. Bu zamanın insanlarına bizim gücümüz yetmiyordu anlaşılan.
“Dur, dur!” diyerek üzerime gelen adamı durdurmayı denedim.
“Niye atıyon lan çayı üstüme? Ne diye burnunu sokuyon sen bizim işimize?”
Bir elim burnumda, diğer elim ona karşı şekilde ayağa kalkmaya çalıştım. Ayağa dikilmeme izin verdiğinde cevap verdim.
“Adamı taş çaldı diye dövüyorsun ama kendin de taş çaldın. Kolunun içinde taş var senin de.”
Adam öfkesinden mi utancından mı bilmiyorum, mosmor kesildi. Yanındaki arkadaşı inanmaz gözlerle adama bakıyordu. Şüpheyle yaklaşıp kazağın kolunu sıyırdığında harbiden de iki taş yere düştü.
“Ulan adi! Sen niye çalıyon lan?! Hadi çaldın, niye dövüyon lan?”
Bu sefer sıra, yanlarındaki beyaz gömlekliye gelmişti. Mora çalmaya başlamış yeşil kazaklıyı tam bana saldıracakken tutmuş, gerisingeri fırlatmıştı. Daha yerden kalkamadan üst üste tekmeler atmaya, kafasına ayağıyla sertçe basmaya başlamıştı. Eğer bu adamı bırakırsam öldürecekti. Tam müdahale edecekken aklım başıma geldi. Demek ki ölmesi gereken kişi oydu. Şu saatten sonra tek yapmam gereken o öldükten sonra gömülmesi için başka bir yer göstermekti. Usulca kenarda beklemeye başlamıştım. Fakat hesaplar yine tutmadı. Adamı biraz dövüp olduğu yerde bırakıp gitmişti. Adam arkasından küfür falan da etmemişti. Yanlış yerde beklemiştim. Adamı orada bırakıp hemen içeri girdim. Sonradan gelen yeşil kazaklı ortada yoktu. Büyük ihtimalle aradığım adamdı. Fakat kaybetmiştim çoktan. Çay getiren adama sormak istedim fakat ne diye soracağımı bilemedim. Etrafı süzerken odanın karşı tarafındaki bir kapının açıldığı gördüm. Aradığım yeşil kazaklı pantolonunu toplayarak kapıdan çıktı. Umutlarım tekrar yeşermişti. Dikkatle adamı izlemeye başladım. Adam çay üretilen yere gidip adama cebinden çıkardığı yuvarlak sarı metallerden verdi. Sanırım hep duyduğum para denilen şeydi bu. Benim zamanımda para diye bir şey yoktu. Benim de o metallerden bulup vermem gerekiyordu. Ben nereden bulurum diye etrafıma bakınırken adam mekânın kapısına doğru yöneldi. O sırada masanın üzerinde boş bardaklar gördüm. Beyaz tabakların içine o metallerden bırakılmıştı. Kimseye sezdirmeden o metallerden birini aldım. Elimi çay dağıtan adamın görebileceği şekilde kaldırıp kendi çay tabağımın içine parayı bıraktım. Adam tamam der gibi kafasını sallayınca hemen mekânın kapısına yöneldim. Yeşil kazaklı kapıdan çıktıktan sadece on saniye kadar sonra çıkmama rağmen gözden kaybetmiştim. Sağa sola bakına bakına ilerlemeye başladım. Sokak loş lambaların ve sağa sola saçılmış çöp torbalarının işgali altında oldukça iç sıkıcı görünüyordu. Öyle ki; bizim ağaçsız şehirlerimiz bile bu kadar kötü değildi.
Kulağıma nereden geldiğini anlamadığım boğuk bağırışlar gelmeye başladı. Yürümeye devam ettim. Ben yürüdükçe sesler artmaya ve benim de kahrolası merakım körüklenmeye devam etti. Sokağın köşesini dönmeden sesleri ayan beyan seçebilmeye başladım.
“İt herif, ne diye küfredip gidiyon lan? Sıkıyorsa şimdi de et küfrü!”
Başımı usulca duvarın kenarından çıkarıp yüzlerini görmeye çalıştım. Hiçbiri tanıdık değildi. Fakat, yerdeki iki büklüm olmuş zavallı yeşil bir kazak giyiyordu. Kafam tamamen karışmıştı. Peşine düştüğüm adam değildi. Onu çoktan kaybetmiştim.
Bir anlığına adamla göz göze geldik. Bu adamı tanıyordum, mekâna girerken kapıda karşılaştığım adamdı. Midemden başlayıp kursağıma kadar ulaşan bir yangın beni nefessiz bıraktı. Aradığım adam artık emindim ki oydu. Küfredip gittiğinden bahsediyorlardı. Şimdi onu öldürecekler, ben de bir şekilde onları o ormandan uzak tutacaktım. Olduğum yerden onları izlemeye başladım. Öyle feci bir dayaktı ki bu; gelecek için kilit bir olay olmasa kalkıp kurtarmak için her şeyi yapardım. Fakat, adam bana bakmaya devam ediyordu. Yediği onca dayağa rağmen kafasını sabitlemiş, sokağın köşesinde benim olduğum yere bakıp duruyordu. Tarafsız kalmalıydım.
Kendimi bir anda sokak boyunca koşarken buldum. Bacaklarım duracak gibi değildi. Bir anda kavganın ortasına bomba gibi düştüm. Kime nasıl vurduğuma bakmadan yerdeki adamı kurtarmaya çalışıyordum. En sonunda belimden çıkardığım ve onlara oldukça ilginç ve korkutucu gelen silahımı gördüklerinde bağıra bağıra kaçmaya başladılar.
“Tükürürüm okeyine de taşına da, pisi pisine ölcez lan! Kaç Suphi!”
Sokağı döndüklerinden ve uzaklaştıklarından emin olunca dönüp adama baktım. Donuk bir çift göz bana bakmaktaydı. Usulca bedenini düzeltip sırt üstü yatırdım ve göz kapaklarını kapattım.
Gözlerini kapattığım anda benim de gözlerim kapanmıştı. Henüz ölmemiştim fakat kıpırdayacak dermanım dahi yoktu. Beni kurtaran yeşil kazaklı her kimdiyse beni sırtlayıp yürümeye başladı. Sarsılırken ciğerlerime bir gram hava dahi alamayarak öylece duruyordum. Bilmem kaç yıl uzaktan dünyayı kurtarmaya diye geldiğim bu görev, dünyayı kurtarmaktan değil, cesedimi bir çöp konteynerinde çöpçülerin bulmasından geçiyordu.