Sirenlerin çığlığı ile kemanların mırıltısını aynı anda dinlemektir İstanbul. Bir yerlerinde insanlar ölürken başka bir yerinde düğün vardır. Ölenin çığlığı gitmez düğündekilere; halayın ayak seslerinin gitmediği gibi sokak çocuklarına. Herkes kendi işine bakar. Bencildir İstanbul. Vapurda nane şekeri satan kadın da , aynı atmosferin İstanbul izdüşümünde nefes alır, lüks arabalarının şoförlerine çok maaş verdiğini düşünen holding sahibi de. Adaletsizdir mesela. Aynı parkurda farklı şartlarda hayatta kalmaya çalışır her yarışmacı. Evet, herkes yarışmacıdır burada. İşe giderken zamanla yarışırlar, ışıklarda araçlarla yarışırlar, sokakta yürürken birbirleriyle yarışırlar, nefes alırken gri ile yarışırlar… Uyurken bile yarışırlar. Kimisi uyku parkurunu kaz tüyünden yastıklarda geçirirken kimisi ıslak karton parçalarında geçirmeye çalışır.
Her semti farklı bir şehirdir. Ulaşımı, kültürü, insanı, planlaması, mimarisi hep birbirinden farklıdır semtlerinin. Bir ucunda Roma’yı görürsün, bir köşesinde Kahire vardır. Çelişir kendi içinde İstanbul. Tutarsızdır. Kültür kargaşası hâkimdir her yerinde. Canını yakar insanın, böyle güzel olma potansiyeli var olmuş bir şehrin bu kadar çirkinlik içinde kaybolmuş olması. İnsanlarıyla, kendi sistemiyle şaşırtır her gün seni. Sürpriz yapmayı çok sever. Daha önce duymadığın şeyleri tecrübe ettirir sana. Şok olamazsın yaşadıkların karşısında. Şok olmaya vaktin yoktur çünkü. Yeni maceralar, bekletilmeyi sevmez burada. Birinden birine koşarsın. Acelesi vardır İstanbul’un. Ayaklarının ve beyninin hızını arttırman gerekir. Yetişemezsen yutar seni. Her saniye koşman, her salise plan yapman istenir. Huzur ve sakinlik İstanbul sözlüğünde yoktur. Telaş, burada yaşamanın birinci gerekliliğidir. Rölantiye alamazsın kendini, motorun su kaynatmış şekilde devam edersin. Bazen aç gezersin, motorun yakıta ihtiyaç duymaz. İnsan olan sen, burada bir makineye evrilirsin.
Bir nevi fabrikadır İstanbul. Tekdüze seri insan montajı yapar. Nereden geldiğinin bir önemi yoktur. Sonuç odaklı çalışır. Farklı özellikli insanları bünyesinde toplar, harmanlar ve ruhsuz, suratsız, duyarsız ürünler ortaya çıkarır. Değiştirir seni İstanbul. Günbegün nasıl değiştiğini, değişimini tamamladıktan sonra idrak etmeye başlarsın. Nezaketin azalmaya başlar. Hızlı yürümek alışkanlık haline gelir. İstanbul’da; bankada, kasada, tuvalette, durakta hatta sokakta bile sıra beklersin. Sıra beklemek normaldir başlangıçta ama sonra hayatının önemli bir bölümünü bu şehirde; yolda, sırada, trafikte kaybettiğini fark edince sabırsızlanmaya başlarsın, bu memleketten defolup gitmeye…
Görelidir İstanbul. 24 saat içinde birkaç yıl yaşlanırsın. Hızlı tüketirsin ömrünü bu kara delikte. Son kullanma tarihi koyar insana bu şehir. Tarihi geçmişler ise zehirlemeye başlar diğer şehirlileri. Alışma sürecidir son kullanma tarihi. Tarih bittiğinde gerçek yüzünü gösterir. Artık cicim ayları bitmiş, turistlik sona ermiştir. Burada hayatta kalmak zorunda olduğun aklına çatmıştır. İpler bundan sonra İstanbul’un elindedir. İnsanları; anılarıyla, geçmişleriyle, emekleriyle çok sıkı bağlar İstanbul. Avucundan kaçmak imkansızdır. Bağımlılık yaratır. Sigara gibi İstanbul’u da nefret ederek seversin. İstanbul’u sevmek; çok az olan yeşiline kıyamazken, egemenlikte olan grisine sövmektir. İki şeyle beraber İstanbul’dur bu şehir . Ama ikisinin oranları canını sıkar. Kimsenin sevmemesine rağmen şehircilik grisinin tonları şehirde egemendir.
Paradokstur İstanbul. Çözümü yoktur. Her sorun diğer problemlerin hepsiyle bağlantılıdır. Problemleri bu nedenle kendi içinde çözmek mümkün değildir. Topluca çözmek zaten ihtimal dışıdır. Hiçbir şey çözemediğin gibi, her gün yeni sorunlar eklenerek birbirine düğümlenir. Azalması beklenen kargaşa, daha da hızlanarak artar. Her gün nüfusun akılalmazca artmasıyla kilometrekarelik bir tımarhane elde edilir. Doğru, tımarhanedir İstanbul. Diğer herkes gibi -çirkinlik abidesi buraya- güzel demediğin için deliler tarafından deli damgası yersin. Burada mutlu olmadığın için herkesten daha delisindir artık. Zamanla gerçek delinin sen olmadığını unutmaya başlarsın. Deliler seni delirttikçe, delilik sana bulaşır. Deli olmadığın için delirtir seni İstanbul. Tedavisi de yine kendisinde mevcuttur.
Deliliğin sınırlarını aştığında burada mutlusundur. Artık sen de gri seven, kalabalıktan nefes alamadığında tebessüm eden, trafikte yıllarını kaybettiğinde şükredenlerdensindir. Her gün yeni skandallarla hayatına renk katarsın. Bir tarihi eserin daha restore edilerek gelecek yüzyıldan dokunuşları görünce gurur duyarsın. Boğaz’a her çöp atıldığında zevkten dört köşe olursun. Ağaç diken bir insan gördüğünde deli dersin. Üzülürsün senin kadar deli olmadığına. Budur işte sözde tedavisi İstanbul’un. Deliliği alışkanlık haline getirir senin için. Yadırgamazsın kimseyi. Onlardan biri olursun. Deliler arasında bir deli olarak çok mutlusundur artık. Suratsız, somurtkan, kaba bir deli…
Hastadır İstanbul. Cüzzamlıdır. Eski güzelliği kalmamıştır. Yayılır hastalığı her yerine. Çirkinliği yayılırken, seni de çirkinleştirir. Tedavisi olmadığı için, çok ömrü yoktur artık. O, eskilerini yâd edip bizim onu terk edeceğimiz günü lütfeder. İnsanlar ise yeni haline bakıp onu daha da katleder. Köledir İstanbul. Bizim elimizde biraz daha yaşamaktansa, boynundan halat geçirip altındaki sandalyesini iter.
-Orhan Gökalp BÜYÜKUYSAL