Korkuluk çakılı olduğu iki taşın arasından tarlanın gece içindeki genişliğine uzun uzun baktı. Eğer onu yakacak olmasaydı, ve tabii tutabilecek dudakları, bugün çoktan ilk sigarasını yedinci kez yakmıştı. Rüzgâr şapkasının kıyısından uğuldayınca çağrıldığını sandı. Ne acı ki bu çağrıya cevap vermek isteyecek olsa bile, bir araya konulduğu günden beri iki ayak eksikti.
Çiftçinin temmuz sıcağı içinde alnından terler boşalarak samanları bağladığı günü hatırlıyor. Çiftçi çok şikayetçiydi. Korkuluk, bunun çoğu zaman böyle olduğunu daha sonra anladı. Süreklileşmiş bir söylenme halinde tanımlanmıştı varlığı ve çiftçi parıldayınca bu, karısı için yalnızca “bir öfke nöbeti daha” anlamına gelirdi. Bir hataydı o gün yaptığı, çiftçiyi hiç etkilemese de. Ona kafa olsun diye koyduğu çuvalın içine hep etrafta gezinen çalıları sıkıştırmıştı. Savrulmayı bilen, köksüz çalılar. Ve daha pantolonunu doldurup dikmeye koyulmadan önce bile, köydeki köpeklere küfürler saçıyordu çiftçi. Görüyorsunuz ki, bu spesifik köydeki köpekler ne insanların olduğu yere inmeyecek kadar yabani, ne de onlarla boylu boyunca hasbihal olacak kadar akılsızlardı. Çünkü bu spesifik köyün ahalisi yararlarına olmayan bir şeye -bu davranışları ileride başlarına bela açacaksa bile- günahını bile vermez, yabancı olana karşı metaforik dirgenleri ve meşaleleriyle hazır beklerlerdi. Köy ahalisi ve dağın köpekleri arasındaki bu husumet, bir kıtlık zamanı, çiftçinin önceki korkuluğunun parçalanıp ayakkabılarının zanlılarca çalınmasına sebep olmuştu. Korkuluğun bu yüzden ki hiç ayakkabıları olmadı. Kafasının içinde köksüz çalılar rüzgârın çağrısını bekleyedursun, çakıldığı yerden çıkaracak dayanak noktasından noksandı hep vücudu.
Belki böylesi iyidir diye düşünebilirdi. Yalnız savrulmaya alışık çalıların yön vermesi gereken koca bir saman yığını, adım atması gerekse, ne yöne giderdi? -Bilirsiniz ki zihnin pusulasını rüzgârlar çevirdikçe ayaklar birbirine dolanır. Ve göğsünün arasından sızan kara yel şahidiydi ki, uzun geceler boyu izleyip durmaya mahkûm olduğu yıldızlara uzanacak bir ateş yoktu kalbinde. Öyle uzaklarda ona ihtiyaç duyan bir hikâye, onu bütün varoluşuyla özleyen bir şeyler… Uzun süre bir taşa çakılıp kalmak öyle gerektirir ki, kanadı olan bütün kuşlar her seferinde kaçıyorsa hele gül cemalinden; korkuluğun bütün arkadaşları onunla tüm gün durup bir şeyleri bekleyen taşlardan ibaretti. Bu taşlara neyi beklediklerini sormayın, büyük ihtimalle onca rüzgâr ve güneşten aşınıp gitmeyi bekliyorlar. Taşları bir araya koydunuz mu birlikte iyi vakit geçiriyorlar; zamanın amansız akışına karşı bir bilinçleri olduğu ortaya çıksa, onlara saygı bile duyacaksınız. Ve korkuluk da onlarla birlikte bekliyor; rüzgârla dövülerek, yağmurla küflenerek. Korkuluğun kolları hep açık; sanki bir şeyleri karşılıyor, herhangi bir şeyleri. Bir heyecan içini sardığında bazı geceleri, önüne serilmiş uzaklar daha bir uzaklaşıyor. Boncuk gözleri gündüzleri başka ve geceleri başka yıldızlara ilişiyor. Dokunmak isteyecek olsaydı da… Biliyorsunuz, saman alevi yalnızca parladığı gibi yatışmaya muktedirdir.
Korkuluk, belki böylesi daha iyi diye düşünmüyor; çünkü miyop gözleriyle çiftçi öyle bir dikti ki torbayı, korkuluğun düşüncesi ne evrenin ne de kendinin ufuklarını keşfetmeye yeltenmiyor. Öyle ki, korkuluk, dikildiği günden beri bütün lifleriyle dikilmeye mahkumdur. Sanki bütün varlığından çakılmıştır toprağa. Ve bütün bu belirsiz bekleyiş işi içerisinde, ilk önce içinde suretinde yaratıldığı mahluka has hislerin yokluğunu, sonra da bu uçsuz bucaksız boşluğa üzülmeyi unuttu. Çiftçi onu yarattığı gün öldürmüştü, belki biri der ki korkuluk ölü doğmuştu.
Bu spesifik köyde hiç çocuk yoktur, ama olsa… Hiç kütüphane yoktur ve odun bir yakacak olarak öyle değerlidir ki hammadde kalmaya mahkûmdur. Ama birileri masal kitabını, bir şekilde, buralara kadar getirmiş olsa… Korkuluğun gölgesi hiçbir çocuğun oturmasına uygun değildir, ama çocuk bir şekilde otursa… Korkuluk çocuğun okuduğu masalları dinleyebilir miydi dersiniz? Ne bahtsızlık ki, çocuk muhtemelen ondan iliklerine kadar korkar ve korkuluğun izleyip durduğu tarlalar boyu kaçardı.
Uzun gecenin bitiminde başka bir uzun gün başladı. İlk ışıklarla birlikte karga gelip korkuluğun açık kollarından birine kondu. Gagasını açmasıyla alacakaranlık içinde kuşun sözleri yankılandı: “Hiçbir işe yaramıyorsun.” Sonra da uçup gitti. Hava kurşun rengi, ağırdı. Tek celsede görülmüş bir davanın korkuluğun bütün varlığını hükümsüz kılmasına üzülebilir kalbi atan birileri. Korkuluk bunu çok önemseyemedi, yavaş yavaş ağaran günü seyre daldı. Eğer onu yakacak olmasaydı, ve tabii tutabilecek dudakları, bugün çoktan ilk sigarasını sekizinci kez yakmıştı.
-Özge Çelik