Gerekmedikçe konuşmazdı dedem. Bilhassa babaannemin vefatından sonra varlığı şöyle dursun, diliyle dahi olsa kimseye yük olmak istemezdi. Küçükken ayrı şehirlerde olduğumuzdan ancak yaz tatillerinde görüşebilirdik büyüklerimizle. Dedemlere gitmeyi o zamanlar pek sevmezdim. Uçsuz bucaksız çorak topraklar ve yaz kış fark etmeksizin inatçı bir rüzgârdan başka bir şey olmazdı köyde. Yaşıtım da olmazdı. Kendi oyunumuzu kendimiz icat etmek zorunda kalırdık. Dedem de isteyerek gelmediğimizi bilirdi elbet. Ziyaretimizi biraz daha katlanılır kılmak için torunlarını önüne alır, hikâyeler anlatırdı. “Bazı hikâyeler, anlatılınca can bulur,” derdi. Hikâye anlatmadığı zamanlarda konuştuğunu pek görmezdim. Yine bir akşam, çayından büyükçe bir yudum aldıktan sonra bizi yanına çağırdı. Balkona kurulan minderlere yerleştik her birimiz. Cebinden çıkardığı şekerleri üçümüze de pay ettikten sonra sordu: “Size Kurnalıbayır köyünün hikâyesini anlattım mı?” Kurna ne demek onu dahi bilmiyordum. Ablamla abimin yüzlerine baktım ama onlar da bomboş gözlerle bakıyorlardı. Dedem anlamış gibi tebessüm etti, sonrasında kurnanın ne olduğunu açıkladı. Genelde hamamlarda, musluğun hemen altında suyun biriktiği deliksiz tekneye derlermiş. Yıllar önce, Nallıhan Kırgıbayırı’nın ötesinde küçük bir köy varmış. Hemen bu köyün aşağısında kalan Kuş Cenneti’nin aksine, köy oldukça çorakmış. Yaya olarak bu köye ulaşım öyle zormuş ki köy halkından ömrü boyunca bu köyün dışına çıkamayanlar bile olurmuş. Yaşamları boyunca göçmen kuşların uğrak noktasına yakın bir yerde yaşadıklarından dolayı her türlü kuşun ismini cismini öğrenen köy halkı, göç vaktini sabırsızlıkla bekler ve kuşlara hikâyeler atfederlermiş. Hele bir kuş varmış ki, bu kuşun uğradığı yere ya musibet ya bereket ya da her ikisini birden getirdiğine inanırlarmış. Turna derlermiş ona.
Sabah namazıyla hayvanları yemlemeye çıkan Halime Nine, bağlarına giden yolun başında, bir hayır sahibinin önceleri diktirmiş olduğu hayratın başında acı acı çığıran bir turna görmüş. Önce korkmuş bu sesten, ama sonra turna ile göz göze gelmişler. Hayvanı ürkütmemek için ses çıkarmamaya çalışmış. Put gibi dikilmiş dakikalar boyu. Turnanın gümüş renkli tüylerini salınarak uçtuğunu görünce bir ferahlık hissetmiş Halime Nine. Turna havalanıp önce Mehmet Emmilerin bağına uğramış, oradan da Musa Dayıların bahçesine konmuş. Orada bir müddet durup havayı izledikten sonra, son olarak da Halime Ninelerin tarlasına uçmuş. Halime Nine gözlerini dahi kırpmadan izlemiş turnanın hareketlerini. Turna gitmeye karar vermiş olacak ki açmış kanatlarını, salına salına yükselmiş göğe. “Uğurlar getiresin, gittiğin yerlere selamımızı da götüresin,” demiş Halime Nine arkasından. Ertesi gün birtakım işleri görmek için bağın yolunu tutmuş. Turnanın kuşluk vaktinde yanı başında dikildiği hayratın önünden geçerken duraklamış, önce inanamamış gördüğüne. Aylardır, hatta belki yıllardır su akmayan çeşmeden şırıl şırıl sular akıyormuş. Kurnaya dolan sular bağlara bahçelere azar azar akmaya başlamış. Bilhassa Mehmet Emmi, Musa Dayı ve Halime Ninelerin topraklarına yol dahi yapmış su.
Köy gün geçtikçe yeşermeye, köylünün toprağı bereketlenmeye başlamış. Halime Nine’ye göre bunun tek sebebi turnaymış tabii. Övüne övüne gördüğü turnayı anlatıyormuş önüne gelene. Çünkü turna, Anadolu’da bereketi ve birliği teslim edermiş. Diğerlerine göre ise bu, hayratı yaptıranın hikmetiymiş. Buradan akan su hem toprağa can, hem susamış hayvanlara durak hem de taze gençlere kısmet oluyormuş gün geçtikçe. “Taşralı insanlar arasında nesneye haddinden fazla değer atfetmek vardır tabii,” demişti dedem bu noktada. Öyle ki, köy bu meşhur kurna ile anıldığı için ismine Kurnalıbayır Köyü demişler uzunca bir süre.
Bağına bu kurnadan su ulaşmayan köylü İhsan Efendi ise açgözlü davranıp köylünün yumuşak karnına oynamaya karar vermiş. Zaman zaman kıraathanedeki dostlarının masasına oturup “Falancadan duydum, o hayratın altında gömü varmış gömü! Niye suyun gider yeri yok sanıyonuz işte altınlar var da ondan,” diyerek köylünün aklını çelmeye çalışıyormuş. Köylü inanmayınca bu sefer farklı bir hikâye uyduruyormuş: “Duyduğuma göre eskiden bizim köyün altında Roma Hamamı varmış. Çeşmenin kurnası da o hamamın kurnasıymış. Altını kazsak daha ne cevherler çıkar kim bilir!” Köylü başlarda bunun deli saçması olduğunu düşünse de İhsan Efendi’nin dilbazlığı köylünün masumiyetine ağır basmış. Bir gece herkes derin uykudayken İhsan Efendi ve kandırdığı dört köylü gelmişler hayratın başına. Yıkmak az kalır, alaşağı etmişler güzelim hayratı. En fazla darbeyi de İhsan Efendi ve oğlu vermiş tabii, gözü dönmüşçesine vurmuş elindeki balyozla, o vurdukça oğlu da ondan güç alıp vurmuş. Köylü kurnanın altını kaza kaza iki metre derinliğinde çukur açmış ama nafile… Ne altın var ne de başka bir şey. Yalnızca sulu toprak görünmekte. İhsan Efendi alacağını çoktan aldığını belli etmemek adına “Bana bakın! Kimseye söz etmek yok bundan, köylünün dilinden kurtulamayız sonra al başına belayı,” diyerek sıvışmış. Ertesi gün hayratın başında buluşmak için sözlenen bir çift fark etmiş hayratın alaşağı edildiğini. Hayratın olduğu yerde su akşamdan sabaha birike birike adeta bataklığa dönmüş. Köy halkına haber etmişler ama her şey için çok geçmiş. Köylüler bir araya gelerek hayratı diktirene saygısızlık olmasın diye kırılan parçalarını yamayarak temsili bir hayrat dikmişler oraya; ama utançları o kadar büyükmüş ki, hayratın önünden geçmemek için yolunu uzatanlar oluyormuş. Birinin göstermiş olduğu açgözlülük, diğerlerini de ellerindekinden etmiş. “İşte böyle miniklerim, hakkınız olmayana elinizi de gözünüzü de dilinizi de sakın ola uzatmayın,” diyerek bitirmişti hikâyeyi.
Efsunlanmış gibi dedemi dinlemiştik üçümüz de. Öyle ki, pay ettiği şekerlere dahi dokunmadığımızı ancak hikâye bittikten sonra fark etmiştik. Ağzıma bir şeker atıp dedeme hikâyeyi çok beğendiğimi, bir hikâye daha anlatmasını istediğimi söyledim. Fakat dedem beni duymuyor gibiydi. Gözlerini diktiği yere bir bakış da ben attım. Babama bakıyordu. “Gördün mü oğlum, İhsan Efendi ne sahtekâr, ne ahlaksız bir adammış!” dedi dedem. Babam da başı önünde, kırık bir gülümsemeyle karşılık verdi: “Ya oğluna ne demeli…”
Yazel Kiremitci
Kapak Fotoğrafı: Barış Koca
Hikâyeyi okurken, Anadolu insanının naifliğini ve o “minik” kurnazlığını hissediyorsunuz. Sanki Çukurova’nın yüreğinde, arkanızda kuru bir rüzgarla beraber dolaşıyorsunuz git gide salınan bu hikayede.
Yazarın da dediği gibi; “hikayeler anlatıldıkça can buluyor” okuyucunun belleğinde.
Yeni okuma fırsatım oldu, güzel bir hikaye olmuş, sade, anlaşılabilir, gerçek hayatta karşılaşabileceğimiz türden bir örnek aslında. Kıssadan hisse artık kim ne mesaj alabilirse….