Tren istasyondan hareket ettiğinde ağır ağır sürünen koca bir yılanı andırıyordu. Katar hareket ettikçe hızlanan tıkırtılara bulanan muhabbet gürültüsü gittikçe koyulaşıyordu. Trenin etrafını saran amansız gece karanlığı ise gece gece kim bu rahatımı bozan der gibi alabildiğine huzursuzluk veriyordu. Okullarına, kışlalarına dönen delikanlılar; ihtiyarlar tarafından çevrelenmişti. Nedensizce anlattıkları anılarından bunalan delikanlıları yol boyunca bizimsiniz der gibi bakarak daha da bunaltıyorlardı. Kocakarılar topluluğu ise daha çok kendi içlerinde gelinlerini çekiştirip oğullarına nasıl kancayı taktıklarından bahsediyorlardı. Ara ara vagonları dolaşıp bir ihtiyacı olan var mı diye bakan görevliler ise bu görüntüyü göz ucuyla izleyerek umursamadan geçip gidiyorlardı. Tamı tamına on dokuz vagonu olan bu katarın başındaysa Kör Necmi denilen ünlü bir makinist vardı. Yanındaki yardımcısı Salih ise henüz yeni yetmeydi. Diğer vagonlardakinden daha da yoğun bir muhabbeti önlerine katmış gütmekteydiler.
“…ağabey, bir görsen. Ah bir görseydin ömrün boyunca çıkmazdı aklından. Koca adam sığır işkembesi gibi patlayıp saçılmış her tarafa. Hangi parçası neresi belli bile olmuyordu.”
Necmi bir yandan dinlerken diğer yandan alabildiğine karanlığı gözlüyordu. Yılların verdiği tecrübeyle cevap verdi.
“Kim bilir ne derdi vardı garibin de ancak parça pinçik olunca kurtulurum sandı. Attı kendini katarın önüne. Makinist kim demiştin?”
“Şaban ağabey varmış katarın başında. Üçüncü oldu diyor. Polis almış götürmüş ifade almaya. O da kötü tabi, insan sindiremiyor. Suçu da yok oysa.”
“Sindirilir mi be oğlum! Koca katarı durduramazsın, adam atar kendini önüne. Göz göre göre birazdan ölecek oluşunu izlersin. Bir şey yapamazsın ki.”
Salih de başıyla onayladı. Gerçekten de öyleydi. Makinist olmanın en zor yanı buydu işte. Yüzlerce tonluk katar ne kadar frene asılırsan asıl durmazdı öyle hemen. Bazen kilometreler alırdı tamamen durması. Salih böyle düşününce bile kötü olmuştu. Daha dört yıldır demir yollarında çalışıyordu. Necmi Ağabey’i ömrünü vermişti. Ünlüydü. O daha nelerini görmüştü kim bilir.
“Ağabey, senin başına geldi mi hiç böyle?”
Eğer o sırada Necmi’nin tam karşısında biri olsaydı yüzünün nasıl buruştuğunu görebilirdi.
“Böyle olmasa da tam, geldi. Çay koy bakalım. Şu cigaradan da ver bana bir tane.” dedi Necmi.
Bu cevap üzerine Salih fazla üstelememesini istediğini anladı. Cebindeki paketten bir sigara çıkarıp uzattı. Yanlarında getirdiği küçük tüpün üstünde kapkara bir demlik vardı. Lokomotifin kendi ocağı da vardı lakin bu lokomotiflerin her şeyine güvenilirdi de ocaklarına güvenilmezdi. Ne zaman çalışıp çalışmayacağı belli olmazdı. Demliği bir eliyle tutup diğer eliyle de ince belli çay bardağını aldıktan sonra bardağı henüz çökmüş çayla doldurdu. Her daim var olan hafif sarsıntılarda dahi bardaktaki çayı hiç kımıldatmamayı başarıyordu.
“Buyur ağabey,” diyerek Necmi’nin önüne koydu çay bardağını. Ufak bir pet bardağın içine doldurulmuş olan toz şekeri de hemen kıyısına koydu. Kendine de bir bardak çay aldıktan sonra geçip kenara oturdu. Necmi Ağabeyi dalgınca yola bakmaktaydı.
“Hayırdır ağabey? Çok daldın.” diye Necmi’ye seslendi.
Necmi gerçekten de dalmıştı. Salih’in kendisine seslenen sesini duyduğunda yıllar öncesinde geziniyordu. Kendine geldikten sonra çay kaşığını toz şekere sokup silme bir kaşık şekeri çayına ekledi. Karıştırırken cevap verdi.
“Şaban’ı düşünürdüm be.” dedi ve devam etti. “Hem Şaban’ı hem kendimi.”
“Sen de anlatsana ağabey. Bak şurada ikimiz varız bir. Şef zaten gitti yattı yataklı vagona. Anlat ağabey sen. Geçmez yoksa bu kadar saat.”
Necmi şöyle bir Salih’e baktıktan sonra anlatıp anlatmamak arasında bayağı bir gidip geldi. Neden sonra anlatmaya karar verdi.
“Bana neden Kör Necmi dediklerini bilir misin?” diye sordu.
Salih şaşırmıştı. Kör Necmi denilince akan sular dururdu, resmen efsanenin kendisiydi. Lakin hiçbir zaman bu lakabın nereden geldiğini sormayı akıl edememişti.
“Hayır ağabey, bilmem.”
Necmi dalgın dalgın elindeki çay bardağına baktı. Derin bir nefes koyuverip söze girdi.
“Yıllar önce yine böyle seferdeydim. Seneyi tam hatırlamam da katarın başı yirmi dört binliklerden biriydi. Hani şu dizel motorlu kırmızılar… Neyse, gecenin bir vakti şu kıç kadar yerde bir ben varım. Yanımdaki çocuk uyumaya gitti. Üstüne bir de zaten azıcık ışık veren farlar bir şey oldu yanmadı, lokomotif kör kaldı mı! Alabildiğine karanlıkta tıngır mıngır gidiyoruz. Arada uzaklarda bir iki köy ışığı görmek de yok o zamanlarda. Elektrik yok ki bir kere. Ay buluta girmez de kendini gösterecek olursa anca dağları tepeleri seçer gözün. Kör karanlıkta olmayan şeyler görürsün bazen. Oyun eder gözün sana. Velhasıl kelam, gidiyoruz işte. Katar da kör kalınca biraz daha düşürdüm sürati ama zamanında da varmak zorundasın gideceğin yere. Köprünün tekine geldik böyle böyle derken. Birden bir şeyler oldu lokomotifin kapısı tak diye açıldı. Nasıl buz gibi bir hava doldu içeriye anlatamam. Geçtiğim köprü bayağı yüksekmiş sonradan öğrendim, alabildiğine ayaz doldu içeri. Demlik falan vardı aha bunun gibi, uçtu gitti. Hemen kapıyı kapattım. Şu camdan geriye doğru bir baktım, bütün ışıklar sönmüş. Aha dedim, jeneratörler de gitti. Onca yolcu var trende, ortalık zifiri karanlık.”
Salih pür dikkat dinliyordu. Çayını dahi unutmuştu. Şöyle bir ileriye doğru bakma gafletine düştü. Kör karanlığı görünce içine daha da huzursuzluk çöktü. Dışarıda kim bilir neler vardı.
“Sonra ne oldu ağabey?” diye sordu.
Necmi, Salih’in kendisini dinlemesine memnun olarak derin bir nefes aldı. Elinde ne ara bittiğini anlamadığı sigarasıyla bir an baş başa kaldı. El işaretiyle Salih’ten bir sigara daha istedi. Aldığı bu yeni sigarayı sanki tanrının bir hediyesiymiş gibi karşılayıp tüm ciğerlerini mübarek dumanıyla doldurdu.
“Sonra ne oldu… Valla ben de bilmiyorum be Salih’im. Bütün katarın ışıkları da gidince hemen yanımdaki çocuğu uyandırayım dedim. Akıl akıldan üstündür hesabı belki akla mantığa uygun bir şey söyler dedim. Çocuk bir türlü uyanmadı. Dürtüyorum, vuruyorum, sallıyorum ama uyanmıyor. Öldü kaldı sandım. Bağırmaya başladım falan ama yok, duyan eden yok. En yakın istasyonda treni durdurup başka lokomotifle ya da direkt başka bir trenle yolcuları taşıyalım dedim. Telsiz de çalışmadı.”
“Haydaaa! Ne biçim iştir bu ağabey? Ee sonrasında ne oldu ağabey?”
“Sonrasında yapacak bir şey yok dedim, sığındım yaradana.”
Bu cümleden sonra Necmi biraz sustu. Önündeki alabildiğine karanlık bozkırları, tarlaları, ormanları ya da her ne vardıysa orayı izledi. Neden sonra yeterli vaktin geçtiğini düşünmüş olacak ki cevap verdi.
“Neyse be Salih. Kalanı da yaradanla benim aramda kalsın. “
“Ağabey buraya kadar anlattın da sonrasını mı anlatmayacaksın?” dedi Salih.
Necmi hafifçe gülümseyerek tevazuyla başını salladı.
“Anlatsam ne olacak, olmuş olanlar oldu. Ölmüş olanlar öldü.” dedi.
Necmi yaktığı sigarası ağzında olduğu halde ayaklandı. Sigaranın dumanıyla içeriyi iyice doldurduktan sonra trenin düdüğüne bastı. Ortalığı velveleye vermek hoşuna gitmiş, az da olsa cesaret vermişti. Lokomotifin kapısını açıp dışarıyı seyretmeye başladı. Uzaklarda bir köyün ışıkları onlara kadar ulaşıyordu. Kolundaki saate baktı. Bir sonraki istasyona daha yol vardı. Sigarası bitene kadar kapının kenarına yaslanıp dışarıyı seyretti. Hava bıçak gibi kesiyordu. Sigarası biter bitmez kapıyı kapatıp yerine oturdu. Salih’in meraklı gözlerle kendisini izlediğini hissetti. Geçip karşısına oturdu.
“Tamam anlatayım.” dedi. “Belki inanmazsın da bu adam nasıl hayatta kalmış böyle diye şaşırma bari. Öldürmeyen Allah öldürmüyor.” diyerek güldü. Attığı cılız kahkahadan çok gergin olduğu hissedilebiliyordu. Salih hiçbir şey söylemeden dikkatle yüzüne bakıyordu.
Mehmet Ali KABA