Bir iğde ağacının altında oturuyorum. Yağmur yağıyor. Önümde beş dönüm kadar bir tarla, tarlada da güdüme çıkardığım beş sığır var. Yağmurun kudretinden gözlerim açılmış gibi. Her yanı berrakça görüyorum. Tarlanın alt yanında bir köprü var. Kışları dağlardan gürleyip gelen suyun yatağına kurulmuş. Üstünden boz yeşil iki kamyon geçiyor ben bakarken. Hemen toparlanıyorum. Değneğime yaslanıp ayağa kalkıyorum. Gelenler ya asker ya hükümet, belli. Hoş ikisi de aynı bokun laciverti. Acep Bayramların İsmail’i mi, Aşıkların İsmail’i mi soracaklar? Hele bir gelsinler bakalım. Ya Dayı’yı sorarlarsa? O zaman ben ne bok yerim? Adam aldı hayvanlarını, gitti dağa kuruldu. Sonra, yanına varayım dedim. Gittim adamın ölüsünü buldum. Ben mi öldürdüm sanki ya? Kaç oldu karakola götürdükleri, hakime hanımın karşısına çıkardıkları. O kadın da pek şirret. Yüzünü yerden kaldıramıyor insan. Dur hele, ondan gelmemişler bu sefer. İki kamyon var. Asker de gelmiş. Toplasan on hanelik köy burası, ne diye iki kamyon asker getirdiler?
Kamyonların biri tarlanın başında durdu, diğeri bana doğru tırmanmaya başladı. Önde yüzbaşı var, tanıdım. Kamyonu süren askeri çıkartamadım amma, olsun. Yenidir belki. Kamyon gürleye gürleye geldi, önümde durdu. Tarlanın başından beri iki sıra çukur kazdı gelirken. Bu kamyonlar nasıl batmaz bu çamura? Geçenlerde İmam’ın traktörü battı da iki öküzle ancak çıkarttılar. Asker kamyondan indi, vardı kapıyı açtı. Bir de okkalı bir selam çaktı, durdu. Yüzbaşı bir ayağını attı toprağa, çamur olduğunu fark edince inmekten vazgeçti.
“Mehmet Ali, gel hele.”
“Geldim komutanım, hoş geldiniz.”
“Hoş bulduk, hoş bulduk. Ne yapıyorsun burada?”
Senin ettiğin de laf komutan. Önümde hayvanları görürsün, nerede olduğumu görürsün, evimin burada olduğunu da bilirsin. Maksat laf olsun, torba dolsun.
“Hayvan güdüyom ya komutanım.”
“Olmaz Mehmet Ali, güdemezsin. Yasak var.”
Bak şimdi, ne yasağı durduk yere? Tarla benim, mal benim. Kim ne yasağı koyacak?
“Ne yasağı komutanım? Tarla benimdir, e mal da benimdir. Her gün hayvan güttüğüm yer bura, nasıl yasak?”
“Hastalık var Mehmet Ali. Devlet sokağa çıkma yasağı koydu. Duymadın mı?”
“Yok valla duymadım komutanım. Ama burası sokak değil ki.”
Hele hele, sıfata bak. Sokağa çıkmak yasakmış. Sokak tablası da, şavkı da yok burada. Demek ki burası sokak değil.
“O lafın gelişi canım, evlerden dışarı çıkmak yasak.”
“Ne ki bu hastalık komutanım?”
“Sen ne yapacaksın, neyse ne! Senin evinden çıkman yasak. Hadi evine bakalım.”
“Hayvanlara da mı yasak?”
“Yok onlara değil.”
“Şu sığırlar kadar hürriyetimiz yok demek komutanım.”
Yüzbaşı sinirlendi, gözleri çakmak çakmak oldu. Maytap geçiyorum sandı.
“Mehmet Ali, seni karakola alırım. Laf üretme bana, evine gir. Üç gün daha çıkmak yasak.”
Üç gün evden çıkmasam uyuz olurum ben. Hem mallar var.
“Komutanım iyi diyonuz da, bu hayvanlara kim bakacak? Açlıktan kırılırlar.”
“Yem verirsin. Saman verirsin. Yonca verirsin, fiğ verirsin. Daha da olmadı silaj verirsin. Kızdırma beni Mehmet Ali. Hadi, erler sana yardım etsin. Götür sok hayvanları. Kendin de çıkma, bir daha gelir de seni dışarıda bulursam canını yakarım.”
Kapıyı “Tak!” diye kapattı. Sıfatını da benden öteye döndü. Bana bakmayacak aklınca. Dediğin gibi olsun, zarara gireceğim ama o kadar param var şükür.
“Asker ağalar inmesinler komutanım. Ben götürürüm sığırları. Hadi selametle.” diye bağırdım.
Hayvanları teker teker çevirdim, evin avlusuna soktum. Mübarekler gidecekleri yeri bilirler, usulca dama girdiler. Yularlarını bağlamam. Rahat rahat gezinsinler. Kapılarını kapatıp eve girdim. Akşama doğru saman vereyim diye düşündüm. Evin arkasındaki tek göz odaya gittim. Tabandaki kilimi kaldırdım. Aşağıya inen merdivene tutunup atladım. Zemin çok yüksek değildi. Kenardan sarkan cereyan kablosunu buldum, anahtara bastım. Karşımda dümdüz yatan iki karaltıya konuştum.
“Ee, İsmailler. Sizi sormaya gelmemiş komutan. Ben size demedim mi ölseniz sizi arayan soran olmaz diye?”
Kapak İllüstrasyonu: Jean Jacques de Boissieu, 1785