19. yüzyıl Avrupa’da ve Amerika’da sanayileşmenin hızla arttığı ve bunun sonucu olarak da toplumun temelden değiştiği bir yüzyıldır. Aydınlanma Çağı ile birlikte bilime karşı artan ilgi ve ilerleme düşüncesi Sanayi Devrimi’nin ve bu çağın temelini oluşturmuştur. Teknolojinin gelişmesi ve sanayileşme ile birlikte işgücü, insanlardan makinelere geçmeye başlamıştır. İnsanlar kırsaldan şehirlere göç etmeye başlamış ve şehirlerdeki popülasyon artmıştır. Bu dönemde şehirler temiz ve sağlıklı olmamasına rağmen çok ilgi görüyordu. Yoksullar ve işçiler, kötü koşullar altında fabrikaların yakınında kenar mahallelerde yaşarken zenginler şehrin dışına yerleşmeye başladı. Sanayileşme ile birlikte değişen toplumsal yapıda yeni sosyoekonomik sınıflar ortaya çıktı. Bu sınıfları üst, orta ve işçi sınıfı olmak üzere üç temel gruba ayırabiliriz. Bu dönemde kendi zevk ve değerleriyle birlikte ortaya çıkan modern orta sınıf, Karl Marx tarafından burjuvazi olarak adlandırılmıştı. Burada sınıflar arası eşitsizliğin büyüdüğü yani zenginlerin giderek zenginleştiği, alt sınıfın ve işçilerin ise giderek ezildiği bir durumdan söz etmek gereklidir. Marx da sanayileşme ve kapitalizm üzerine eleştirilerde bulunmuş ve işçi sınıfının egemenliğini savunmuştur. Sanayi Devrimi ile birlikte ortaya çıkan ya da yeni bir boyut kazanan işçi sınıfı ve işçi sömürüsü Karl Marx’ın felsefesinin temelinde yer almaktadır. Marksist terminolojide işçi sınıfı proletarya olarak geçmektedir. Proletarya sınıfı üretim araçlarına sahip olmayan ve belirli bir ücret karşılığı emeğini satan insanlardan oluşmaktadır. Marx’a göre kapitalist sınıf ve proletarya arasındaki bölünme; sanayileşme ve sermayenin giderek üst ve orta sınıfın elinde birikmesiyle giderek artmış, işçi sınıfı giderek daha fazla sömürülmeye başlanmıştır. Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından yazılan Komünist Manifesto (1848) kapitalist sınıfa karşı proletaryanın bir devrim ile ayaklanması ve egemen sınıf hâline gelmesini savunmaktadır. Bu manifesto kapitalizm tarafından ezilen işçi sınıfına bir çağrıdır: “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!”

Bu tarihsel bağlamda düşündüğümüzde, sanayileşmeyle birlikte her şey makineleşmeye başlamış ve insan doğadan uzaklaşmıştır; işçi sınıfı ortaya çıkmıştır; yeni teknolojik ve bilimsel gelişmeler insanların hayatını temelden etkilemeye başlamıştır. Bütün bunların sonucu olarak edebiyatta ve sanatta çeşitli akımlar ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri Jean-Jacques Rousseau’nun düşünceleriyle şekillenen, hayal gücünü, özgürlüğü, ve doğayı ön plana çıkaran Romantizm akımıdır. Romantizm mantık veya akıldan çok duygulara hitap eder. Sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan bir diğer akım ise “Taş Kırıcılar” eserinin de bir parçası olduğu Realizmdir. Realistler Romantizme kıyasla daha çok hayatın zor taraflarını gerçekçi, tutarlı, abartılmış duygulardan arındırılmış bir şekilde ve olduğu gibi resmetmeye odaklanmışlardır. Romantizmin idealist ve duygusal bakış açısına karşı çıkan Realizm, Sanayi Devrimi ile birlikte gelen yenilikleri ve sıradan insanın hayatını konu edinmiş ve zaman zaman eleştirel yaklaşımlar sergilemiştir. Realistler geçmişle veya tarihle değil, şuan ile ilgilenmişlerdir çünkü onlar için gerçek olan şimdiki zamandır. Realizme edebî açıdan bakarsak yazarlar sıradan insanların hayatını detaylı ve gerçekçi bir şekilde betimlemeye ve eserlerine konu etmeye başlamıştır. Duygulardan, melodramdan kaçınmışlar ve karamsar bir dünya sergilemişlerdir. Eserlerde karakterler hikâye konusundan ve akışından daha önemlidir ve anlatımda nesnellik ön plandadır. Tema olarak sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan ya da önem kazanan sosyoekonomik sınıf çatışmaları ve şehir yaşamı kullanılmıştır. Realizm akımı birçok alt dala da ayrılmıştır ve bunlardan biri Sosyalist, Sosyal ya da Toplumsal Realizmdir. Bu akım yine işçi ve kapitalist sınıf çatışmasına odaklanmış ve edebiyatta komünist bir bakış açısı geliştirmiştir. Gustave Courbet de Realizm döneminin ressamlarından biridir ve işçi sınıfını, köylüleri, çiftçileri resmetmiştir. Aslında edebiyattaki Realizm hareketi Fransız sanatçı Gustave Courbet’nin resimlerinden, özellikle “Taş Kırıcılar” ve “Ornans’ta Cenaze” resimleri, ilham alınarak ortaya çıkmıştır.

Gustave Courbet – The Desperate Man (otoportre)

Bu noktada resim sanatında Realizm akımına geçiş yapabiliriz. Realizm ile en çok ilişkilendirilen sanatçı Gustave Courbet’dir. İşçilerin hayatını gerçekçi ve detaylı bir şekilde resimlerinde konu olarak kullanmıştır. Courbet’ye göre sanat gerçeği ve sıradan insanı doğru bir şekilde temsil etmelidir. Courbet 1855 yılında Fransa’da bir sergi tarafından reddedildikten sonra kendi sergisini açmış ve adını “Realist Pavyon” koymuştur. Courbet bu sergi için hazırladığı broşürde bir bildiri yayınlar. Bu bildiri daha sonra “Realist Manifesto” olarak anılacaktır. Courbet bu bildiride amacının gelenekleri ve düşünceleri değiştirebilmek, sadece bir ressam değil aynı zamanda bir insan olmak, kısacası yaşayan bir sanat yaratmak olduğunu söyler. Sanatı ve düşünceleriyle Avrupa’da ve Amerika’da birçok alandan sanatçıyı etkilemiştir. Courbet, tarihî ya da ahlaki bir konunun veya duygunun bir resmin nasıl olması gerektiğini belirlemesi yerine, ressamın; ögelerin ve görünüşlerinin kendi başına durmalarına izin vermesi gerektiğini ileri sürmüştür. Bu 19. yüzyıl için çağını aşan ve avangart bir tutumdur. Courbet’nin Realizm akımını ve düşüncelerini şu sözlerinden anlayabiliriz: “Ben hiç melek görmedim. Bana bir melek gösterin ve ben de çizeyim.”

“Taş Kırıcılar” eseri, sanatçının sıradan işçilerin hayatına gerçekçi ve sade bir bakış attığı bir tablodur. Resimde bulunan iki kişinin biri yaşlı, diğeri ise gençtir. Bu iki kişiyi yan yana getirerek Courbet’nin yoksulluğun kalıcılığına dikkat çekmek istediğini söyleyebiliriz. Bu yorucu ve düşük maaşlı iş, Fransız toplumunda en alt sınıf insanlar tarafından yapılıyordu. Resimde romantize ya da idealize edilmiş bir eylem, konu, ya da kişi yok; tam aksine hayatın kendisi direkt olarak sade bir biçimde ve nokta atışıyla yansıtılmış. Kahverengi ve gri renklerin seçimi muhtemelen işin ve hayatın zorluğunu yansıtmak için seçilmiş. Üslupsal olarak anatomik yapıya çok önem verilmediğini görebiliriz. Courbet o dönemde sanatçılar tarafından yaygın olarak konu edinilen mitolojik bir hikâyeyi, bir kahramanlığı ya da dinî bir konuyu kusursuz güzellikle resmetmemiştir, tersine sıradan ve normal olanı, gerçek olanı, yani hayatın kendini resmetmiştir. Bu noktada Courbet’nin niye böyle bir resmi yaptığını anlamak ve işçi sınıfına olan ilgisini açıklamak için yazının önceki kısmında değindiğim işçi sınıfının doğuşu, Marx’ın görüşleri, Avrupa’daki işçi sınıfının durumunu bir kez daha hatırlamak ve Fransa’daki tarihsel arka plandan ve bağlamdan bahsetmek gerekebilir. Fransa’da 1848 yılında işçiler daha iyi çalışma koşulları için ve yoksulluğa tepki olarak burjuvaziye karşı ayaklanmışlardır. 1848 yılında yaşanan bu devrim Fransa’yı ve tüm Avrupa’yı sarsmıştır. Dolayısıyla Courbet’nin 1849 yılında bu tabloyu resmetmesi işçi sınıfının durumunun farkında olduğunu bize göstermektedir. “Taş Kırıcılar” ve Realizm akımı bu açıdan incelendiğinde sanatın ve sanatçının toplumdaki sosyal, kültürel ve ekonomik değişimlerden etkilendiği rahatlıkla görülebilir ve yorumlanabilir. Fransa’da gerçekleşen işçi devriminden ve Komünist Manifesto’nun yayımlanmasından bir yıl sonra Courbet’nin bu tabloyu resmetmesinin tesadüf olmadığı açıktır.

Ege A. Özbek

Kaynakça:

Kleiner, Fred S. Gardner’s Art Through The Ages: A Global History. 15th ed., Cengage Learning, 2016.
Malpas, James. Realism. Cambridge University Press, 1997.
“Realist Manifesto – An Open Letter.” Obelisk Art History, arthistoryproject.com/artists/gustave-courbet/realist-manifesto-an-open-letter/.

Kapak İllüstrasyonu: “Taş Kırıcılar”, Gustave Courbet, 1849

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir