(…) İlyas’ın sesi o kadar net ve kısık çıkmıştı ki, Mustafa Ağa gıkını çıkarmadan kafasını sallayıp içeri girdi. Dosdoğru karısının yanına gidip şöyle bir dürttükten sonra evden çıktığını söyledi. Uyku serseminde olan karısı bile bir şeylerin döndüğünü anladıysa da Mustafa Ağa’nın cevap vermeyeceğini bildiğinden sadece arkasından bakmakla yetindi. Sabah tekini kaybedip yerine Muzaffer Ağa’nın çarığını aldığı çarıklarının yerine yedek çarıklarını bulup onları giydi. Güneş doğmuş, hava hafiften ısınmaya başlamıştı ama Mustafa Ağa gibi yaşı kemale eren ademlere hala soğuk sayılırdı. Kapının ağzından geri dönüp yün ceketini aldı. “Bu da terletir şimdi ama başka da yok ki anasını satayım.” diye söylenerek giydi kapıdan çıkarken. Kapıyı da usulca kapatıp -sert kapatınca daha önceden duvarı yıkmıştı- aşağıya İlyas’ın yanına indi. İlyas hala kireç gibi bembeyaz suratıyla kapıda dikiliyordu. Mustafa Ağa’yı görür görmez arkasını dönüp yürümeye başladı. Mustafa Ağa hafiften seğirterek yetişti. Yan yana yürüyorlardı lakin ikisi de ağzını açmaya yeltenmediğinden sessiz sedasız geçiyorlardı sokakları. Yarım saat kadar sokak sokak, evlerin damlarından akan kırağı damlalarından kaça kaça yürüdüler. Hatta bir ara sülük gibi yapışan bir çingene veledini on kuruş vererek anca defedebildiler. Ahali yeni yeni çarşıya pazara inerken yaymacılar da kapabildikleri köşeye çoktan kendi saltanatlarını ilan etmişlerdi. Kalabalıkta bağıra bağıra kendi malını öven yaymacılar, kaş göz işaretleriyle de kendi aralarında haberleşiyor, yağlı kazık olan müşterileri çekmek için kırk takla atıyorlardı. Çünkü bu yaymacılar bir ortaya bağlı olduklarından ne kazanırlarsa akşamına pay ediliyordu. Mustafa Ağa bir ara İlyas’ı göz önünden kaybettiyse de beş dakika sonra birinin sertçe kolundan çekmesiyle İlyas’ı bulmuş oldu. İlyas Efendi söylene söylene dosdoğru onu takip etmesini söylüyordu. Az sonra sapa sokağın birine girdiler. Sağlı sollu ufak atölyelerin seslerine karışan okkalı küfürler çıkan bir kahvehane çıkınca karşılarına İlyas Efendi içeriye bakınmaya başladı. İçerisi çok kalabalık olduğundan girmeye de cesaret edememişti. İçeride bir kahvehane dolusu serseri, Tuzsuz Deli Bekir ayarında adam vardı. Nihayet o sorunu da yoldan geçen bir çocuğu eline birkaç kuruş sıkıştırıp içeri yollayarak çözdü. Çocuk geri döndüğünde arkasından seğirten ufak tefek, yetmişli yaşlarında, sakalları dizlerine kadar gelen cüce ihtiyar şöyle bir kafasını kaldırıp bakınca “Ne istiyorsunuz?” der gibi bir burun kıvırdı. İlyas Efendi aradığı adamın o olduğunu anlayınca büyük hayal kırıklığına uğramışsa da fark ettirmemeye çalıştı. 

“Molla Şinasi sen misin dayı?” diye lafa girdi en sonunda. Ne olup bittiğine hala bir anlam veremeyen Mustafa Ağa ise nereye çıkacak bakalım bu işin sonu diye söylene söylene bekliyordu. 

“Hee menem?” Ağzına bakılırsa Azeri Türkü olan bu ihtiyar bu iki adamı pek sevmemiş gibiydi. Biri yapılı, hatta yapılıdan ziyade çınar gövdesine kol bacak takılmış gibi biri olduğundan ondan ayrıca çekiniyordu.  

“Dayı, aha bu elimdeki kitap senin yazman mıdır?” diye sordu. Sorarken de heybesinin içinden çıkardığı kitabı ihtiyar adama doğru uzattı. 

Kitabı gören ihtiyar adamın beti benzi attı. Sanki upır görmüş gibi titremeye başladı. Elindeki titremeden ötürü kitabı yere düşüren ihtiyar kendi de yere düşmemek için arkasındaki masadan destek alarak iskemleye çöküverdi. İçerden fırlayan bir iki genç delikanlı da ihtiyarın torunları olacaklar ki kan kusan gözlerle iki yeniçeri eskisini süzerken bir taraftan da “Dedee!” nidalarıyla adamın yanında bağrışıyorlardı.  

Tam o sırada ayılan ihtiyar adam, Mustafa Ağa’nın yanına bile yaklaşamayacağı bir küfürle çevresindekileri dağıttıktan sonra da ayağa kalkıp yürümeye başladı. On-on beş adım kadar attıktan sonra yanında kimseyi görememiş olacak ki durup arkasına döndüğünde o iki salağın fasulye sırığı gibi dikildiklerini gördü. El edip gelmelerini işaret ederken endişeli bir hali vardı ihtiyarın. İkisi de seğirttikleri halde hızına yetişemedikleri cüce ihtiyarı nihayet yakaladıklarında çoktan iki sokak geçmişlerdi. İhtiyarın tutturduğu istikamete bakılırsa mahallenin dış sokaklarına doğru gidiyorlardı. Vakit aşağı yukarı öğlen vaktine doğru geldiğinden Mustafa Ağa yakınlarda camii var mı diye bakınırken ıssız, yerlerde müsvedde kağıtların uçuştuğu bir sokağa girdiler. Gün ortasında bu denli korkutucu bir sokak olmasına mı, yoksa bu korkutuculuğa rağmen o sokağa girmelerine mi hayret ettiklerine pek karar veremeseler de sokağın sonunda, kıble tarafına bakan bir kapısı olan ufak bir kulübe gördüler. İhtiyar adam sokağın ortasına geldiğinde durup gerisingeri dönüp İlyas Efendi ve Mustafa Ağa’ya doğru bakmaya başladı. Ne olup bittiğini anlamayan Mustafa Ağa soran gözlerle İlyas Efendi’ye baksa da İlyas Efendi’nin bu sorulara pek aldırdığı yok gibiydi.  

“Ne diye ararsınız beni?” derken kıyamet koparırcasına gürleyen sesten ürken Mustafa Ağa, sesin şiddetine değil, şuncacık adamdan bu sesin nasıl çıktığına şaşırmıştı.  

İlyas Efendi artık takkesini başından çıkarmış, elinde katlamaya başlamıştı. Ortamın bam teli misali gerildiğini fark eden Mustafa Ağa da yavaş yavaş tırsmaya başlamıştı. Nihayet İlyas Efendi havada asılı kalan soruya uygun bir cevap bulduğunu düşündüğü sırada sokağın ilerisindeki o kıble tarafına bakmakla mübarekleşen kulübeden çıkan bir garaip varlık tüm dikkatlerini kendi üzerine çekmişti. O güne kadar ne onun gibi bir şey gördüklerinden ne de öyle bir şey olabileceğine inanmadıklarından olsa gerek kirece dönen suratlarını birbirlerine kenetlemişlerdi. Kafalarını döndürüp de bakmaya korkuyor, yanlarındaki bir arşınlık değnek boyundaki adamdan medet bekliyorlardı.  

Canavar, golem denilen cinsten, taştan olma, çamurdan yoğurulma bir varlıktı. İki adam boyuna yakın boyuna eğreti duran uzun kollarıyla ağır aksak yürüyordu. Öküz kellesi büyüklüğündeki elleriyle tuttuğu taşı fırlatmaya, gördüğü şeyi ezmeye başladı. Atılan taşlardan nasibi alan Mustafa Ağa bir taraftan böğrünü tutuyor, bir taraftan da İlyas Efendi’nin kolunu sıkıca kavramış, çekiştiriyordu. Çoktan baldırlarını mabadına değdire değdire koşan İhtiyar da arada göz ucuyla ikiliyi izliyordu. Nihayet kendine gelen İlyas Efendi de durumun vahametini, birazdan mevta olacaklarını anlayıp da koşmaya başlayınca kendine muhatap bulamayan golem de koşmaya, koşarken de yeri göğü sallamaya başladı. Daha da korkan Mustafa Ağa yerden aldığı bir taşı kayadan yapılma goleme fırlatınca taş da sekip kendine geri geldi. Daha da eli ayağına dolaşan Mustafa Ağa bu sefer ikinci katının yanından geçtiği bir evin camından aldığı bir toprak testiyi de fırlattı. Testi golem mendeburunun tam kafasına geldiğinden kısa bir süre durmasına neden olmuştu. Fakat sadece göz diye kullandığı boşluklardan birini tıkayan bir çömlek parçası, attığı testiden goleme zarar verebilen yegâne şey olunca kısa bir an sevindi. Fakat golemin umurunda bile olmayan bu yaralanma, oynadıkları kedi fare oyununa ufak bir heyecan katmaktan başka bir şey yapmamıştı. Az sonra kendilerini bırakıp kaçan ihtiyarı geride bırakmış, geldikleri yöne, yani ihtiyarı aldıkları kahvehaneye doğru koşuyorlardı. Mustafa Ağa arada bir arkasını yokluyor, böğüre böğüre gelen golemi duyunca daha da hızlı koşuyordu. Fakat daha kahvehanenin olduğu sokağa iki sokak kala olan o vehim olay az daha İlyas Efendi’ye inme indiriyordu. Ne kadar taştan yontulduysa da bir o kadar da zeki çıkan bu yaratık İlyas Efendi’yle Mustafa Ağa’nın yollarını kesmek için farklı bir yoldan gelmiş ve nihayetinde önlerini kesmişti. Tam köşeden dönünce karşısında canavarı gören İlyas Efendi’nin dizinin bağı çözülmüş, olduğu yere düşüvermişti. Mustafa Ağa yine meşhur küfürlerinden birini kullanarak ahbabını ayağa kaldırmayı başarmış, geldikleri yolda gerisingeri kaçmaya başlamışlardı. Yolda tekrar karşılaştıkları İhtiyar, onları ve arkalarından koşan golemi görünce aklını yitirecek gibi oldu. Zira tam bu kıyametten kurtulduğunu sanıp sevinmeye başladığı sırada olan bu olay, kaderin ömrü boyunca ona ettiği en kodaman küfür olmuştu. 

Hep beraber kaçmaya devam ettiler. Sağdan soldan bu olayı gören ahali de çil yavrusu gibi dağılmış, koca şehri ayağa kaldırmışlardı. Kocaman golemi gören millet kâh ağaçlara tırmanıyor, kâh dükkanına girip kapıyı dayaklıyor, kâh da şu an bir evin damından onları izleyen divane gibi damlara çıkıyorlardı. Ne yapsam da şuradan kurtulsam diye düşünen ihtiyar golemin dikkatini başka bir yöne çekmek için hızla yanından geçtiği bir evin camına doğru taş attı. Attığı taş cam yerine cumbayı tutan payandaya denk gelmiş ve her ne hikmetse koca cumbayı taşıyan payandayı ortadan ikiye bölüvermişti. Payanda odunlarından biri kırıldığından, diğeri de bu yüke fazla dayanamamış cumba olduğu gibi o sıra tam önünden geçen golemin üstüne yıkılmıştı. Koca moloz yığının altında kalan o kudretli golem hareket edemez olmuş, ters dönmüş tosbağa gibi çırpınıyordu. Olanları gören Mustafa Ağa secdeye kapanıp toprağı öptü. Nihayet golemin gazabı dolaylı da olsa dinince etrafına toplanan ahaliyi dağıtmak imkansızlaştı. Taş atanından, kürekle vuranına kadar oluk oluk o sokağa geliyordu. Hala ödü patlasa da bu durumu kontrol altına alması gerektiğine inanan İlyas Efendi kalabalığa doğru dönüp şöyle dedi.  

“Ey ahali, burada görmüş olduğunuz bir şempanze türüdür. Soyu sopu kurumuş dünyada tek bu kalmıştır. Bu da yaşlandığından derisi böyle sertleşmiş, kulağı duymaz gözü görmez olmuştur. Biz padişah efendimizin emriyle bu hayvancağıza bakmakla alakadar olunduk. Lakin bu sabah olan ufak ama habis kazadan dolayı elimizden kaçırdığımız bu hayvanı, gördüğünüz gibi ancak yakalayabildik. Lakin sizin yoğun merak ve ilginizden dolayı işimizi yapamıyoruz. Eğer bu hayvanın başına daha fazla bela, musibet gelirse haşa padişah efendimizin gazabıyla hep bir yüzleşiriz. Onun içindir ki, bize müsaade ediniz de işimizi yapalım.” 

Bu lafları duyan ahali, tam o sırada olay yerine gelen Subaşı ve adamlarından da korktuğundan bir anda dağılıverdi. Kafasını bir yıkılan eve bir de yerde debelenen yaratığa çeviren Subaşı, daha sonra adamlarından birine dönerek fısıltıyla bir şeyler söyledi. Koşa koşa uzaklaşan er gözden kaybolurken, Subaşı da iki yeniçeri eskisine dönmüş anlattıklarını dinliyordu. 

Nihayet İlyas Efendi tüm olanları anlattığında -ahaliye söylediği gibi yalan söylememişti- Subaşı, Molla Sait denen bu adama doğru dönmüş ve yakasına yapışmıştı. Zira bu adam bir şeyler biliyordu bu olayla ki, bu adamları almış oraya götürmüştü.  

“De bakalım Molla Efendi! Nedir bu işin aslı astarı? Sen misin bu işin mesulü?”  

Subaşı’ndan değil de yiyebileceği kırk değnekten korkan ihtiyar bülbül gibi şakımaya başlamış ve İlyas Efendiyle Mustafa Ağa’nın da akıllarını meşgul eden bu olayı nihayete kavuşturmuştu. Kavuşturmuştu amma velakin inanması pek güç bu açıklama Subaşı’nı tatmin etmemiş olacak ki tek eliyle yakasından kavradığı ihtiyar adamı yukarı doğru kaldırdı. 

“Bak baba! Dediklerin inanması güç şeyler lakin yerde kanıtı var. Ya bizi bu işten sıyırırsın ya da şuracıkta kellenizi alırım hepinizin de!” 

Sabah vakti mutlu mesut kahvehanede nargilesini içerken kendini içinde bulduğu bu maceraya söve söve ne yapabileceğini düşünmeye başladı. Diğer taraftan kendi kellerinin de koltukta olduğunu duyan Mustafa Ağa ve İlyas Efendi de bir şeyler yapmaya niyetlenmişlerdi.   

Kafasında göz diye oyulmuş iki çukurun tam üst kısmında   yazılı olan Amat lafı İlyas Efendi haricinde kimsenin dikkatini çekmemişti. Üzerinde koca moloz yığını olduğu halde boylu boyunca yatan golem, sanki denilenleri anlıyormuş gibi kafasını kaldırmış onlara bakıyordu. İlyas Efendi’nin fark ettiği yazı tam alnında, boydan boya kazınmıştı. Tam İlyas Efendi bu yazıyı Subaşı’na gösterecekti ki, beklenmedik bir şey oldu. Toz ve künge yığını yere indiğinde karşılarında gulyabani gibi dikilen golemi bulan askerler, biraz da sabah akşam çiğnedikleri haşhaşın da etkisiyle goleme saldırmaya başladılar. 

Her ne kadar kılıçları keskin, pazıları kuvvetli olsa da taşa vurdukları kılıçları körelmekten başka bir şey yapmıyorlardı. Durumun vahametini gören Subaşı öfkeden kudurmuş, sille tokat ihtiyarı dövmeye başlamıştı. Bu dayak esnasında kafasına aldığı darbeyle aklı yerine gelen ihtiyar kitabı hatırladı. Subaşının tokatlarına ara verdiği bir sırada İlyas Efendi’den güç bela alabildiği kitabın yapraklarını yalaya yalaya karıştırmaya başladı. İfritler, gulyabaniler, şeytan ve melaikeler, alkarıları, upır, bayçura ve daha nice yaratığın arasından nihayet bulabildiği golem adına yazılmış olan sayfaları okumaya başladı. Hızlı hızlı göz gezdirdiğine bakılırsa ana dili gibi biliyor olduğu bu dil belki de şu an hayatını kurtaracaktı. Nihayet iki dakika kadar sonra okumayı bitirdiğinde gözleri parıldar, suratı kirece dönmüş bir şekilde Subaşı ve diğer ikiliye döndü. 

“Alnında yazan kelimenin baş harfini silmek gerek. Yoksa önünü alamayız.” deyince İlyas Efendi’nin aklında çakan şimşek olayı anlamasına yardımcı oldu.  

Amat, hayat demekti. Baş tarafında bulunan harf silindiğinde kalan kelimenin anlamı “Ölüm” olduğundan golemi durdurmanın yegâne yolu bu gözüküyordu.  

Hemen bu durumu kısaca, Subaşı’nın da anlayabileceği yalınlıkta bir çırpıda anlatıverdi. Duydukları karşısında renkten renge giren Subaşı nihayet inandığı büyü, tılsım gibi batıl inançlara -ki artık batıl değillerdi- vâkıf insanlara saygıda kusur etmemeye karar verdi. Hemen çerilerine dönerek canavarın alnındaki yazıya bakmalarını emretti. Yazının baş harfini sildikleri takdirde bu iblisin duracağını yani bu olaydan da böylelikle kurtulacaklarını söyledi. Lakin adam akıllı korkmuş olan erlerden hiçbiri bir adım bile yaklaşmaya yanaşmayınca bir iki Karakullukçuya tokat atmak zorunda kaldı. En sonunda her kim bu canavarı durdurursa beş kese altın vereceğim demese, belki de hiç yanaşan olmayacaktı. Fakat hala canını beş kese altın için riske atmak istemeyenler oldukça fazlaydı. Subaşı kıza köpüre kendisinin de saldıracağını, onunla saldırmayan çerinin karısının yanına dönmek istiyorsa dönebileceğini haykırınca hem bu lafın altında ezilmek hem de Subaşı’nın gazabından aşka gelen yeniçeriler hep bir goleme doğru atıldılar. Golem üzerine doğru gelen yirmi kadar yeniçeriyi görünce kuyruğunu sıkıştırıp kaçmaya başladı. Bu durum karşısında hem şaşıran hem de iyice gaza gelen askerler İstanbul’un fethinde Bizans küffarını kovalıyormuş gibi hissetmeye başlamışlardı. Sokak sokak önlerine yavru köpek gibi kattıkları golem’i kovalarken, çevreden bu durumu izleyen ahali de hem goleme hem de kaçışına şahit olduğundan çifte dumura uğruyorlardı. Fakat bilmedikleri sonları başlarına gelince büyük bir katliam oldu. Çoğu ademden daha zeki çıkan bu golem yeniçerileri yuvasına, yani o kıbleye bakan kulübeye çekmişti. Böyle olunca çıkmaz sokağa giren yeniçeriler de golemi sıkıştırdıklarını sanıp daha da şevkle saldırınca kollar bacaklar havada uçuşmaya başladı. Ruhu ve aklının olmaması gereken bu yaratığın cin gibi bir zihni vardı.  

Yeniçerilerin arkasından ancak yetişebilen Mustafa Ağa ve İlyas Efendi ikilisi sokağa vardıklarında gördükleri vaziyetten dolayı dehşete düştüler. Sağlı sollu yatan askerler, kollar, bacaklar ufak bir kan göletinin içinde yüzüyordu. Hatta bir yeniçerinin kopardığı kafasıyla top gibi oynayan golem onları görünce sanki sırıtmıştı. Gelenleri görünce elindeki kelleyi bırakıp İlyas Efendi’lere doğru ilerlemeye başladı. Mustafa Ağa tam kaçacaktı ki, İlyas Efendi bir eliyle durdurup diğer eliyle de yaklaşan golemin alnını gösterdi. Kâh kılıç darbelerinden kâh da isabet alan taşlardan olsa gerek golemin alnındaki elif silindi silinecekti. Fakat durup daha da incelemeye vakitleri kalmadan golemin tepelerine binmesi üzerine tabana kuvvet kaçmaya başladılar ki, bu da kurtuluşlarını hazırlayan o bir dizi olayın başlangıcıydı. Önce yaşama şanslarını artırmak için her ikisi de ayrı yönlere doğru gittiler. Golem birini takip edince diğeri boşa çıkıp golemi etkisiz hale getirmeye çalışabilecekti. Lakin bu ilk umutları suya düşmüştü. Golem her ikisini de takip etmemiş, o sırada henüz sokağın başında görünen ihtiyar Molla Sait’in peşine takılmıştı. Yine kör talihine küfreden adamcağız artık koşmaktan kramplar giren bacağını ova ova geldiği yöne doğru koşmaya başladı. İstedikleri sonuca ulaşamayan ikili de ihtiyarı takip eden golemin peşine takılınca tuhaf bir görüntü çıktı ortaya. Kovalamacanın sırası bozuktu. 

(…) 

Mehmet Ali KABA

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir