(Halil Babilli’den esinlenilmiştir…)
Büyükçe, meşeden yapılma masanın az berisinde kalan pencereden içeri sızan ışık, zifirle kaplı odayı az da olsa aydınlatmıştı. Dışarıdan gelen gece kuşlarının sesleriyle birlikte segâh makamından yürüyen sobanın yanına serilmiş iki şiltede yatanlar ise Arap namlı Mustafa Ağa ve karısıydı. Az sonra iki ev ötedeki ufak, mahalle yardımıyla yapılmış caminin imamı Muzaffer Efendi de sabah ezanını okumaya başlayınca ezana eşlik etmeye başlayan köpekler yüzünden kalkan Mustafa Ağa şöyle bir etrafına bakınınca kendisini neyin kaldırdığını anladı. Karısını da uyandırmak için şöyle bir eliyle salladıktan sonra şilteden hızlıca kalkıp pencereye seğirtti. Kalkıp şöyle bir etrafına bakınan karısı da önce afallayıp sonra niye kaldırıldığını hatırlayınca hemen sobanın üstündeki güğümü alıp masanın üzerindeki ibriğe doldurmaya başladı. Mustafa Ağa geç kalktığına, namazı üç gündür cemaatle kılamadığına hayıflanadursun karısında başlayan uyku hastalığından bihaberdi. Yirmi küsur yıl dakika sekmeden onu sabah namazına yetiştirmiş karısı, son bir haftadır huyunu değiştirmiş, Mustafa Ağa kalkmadan kalkmaz olmuştu.
“Bizim Muzaffer’e bir okutalım bari.” diye geçti aklından.
Odanın içerisini az da olsa aydınlatan ışık, sokağı yeteri kadar aydınlatmıştı. Dip dibe, kerpiç sıvalı, cumbalı evlerde yanan kandillerin gölgeleri perdelerine vurduğundan Mustafa Ağa kimin namaza kalkıp kalkmadığını biliyordu. Hacı Abbas’ın nemrut gelini yine mahalleyi ayağa kaldırıyordu. Kadın kendi kaderine darıldığından mıdır yoksa kaynatasının kendisinden bıktığından mı, yine hır gür çıkararak siftahını yapmıştı. Sokağın başında görünen İlyas Efendi de Mustafa Ağa’yı görmüş olacak ki elini kaldırıp selam verdi. Mustafa Ağa da aynı şekilde elini kaldırıp selamı alınca yoluna devam etti İlyas Efendi. Pencere perdesini çekip içeri dönünce hanımının tekrar yattığını fark etti. Söylene homurdana gidip ibrikten abdest alırken bir taraftan da hem karısına kızıyor hem de var bu işte bir bit yeniği diye düşünüyordu. Abdestini almayı bitirince Muzaffer Efendi’nin bu sefer ona kıyak geçtiğini fark etti. Ezan-ı şerif daha bitmemişti. Seğirte seğirte soğukluğa çıkıp, tamamı ahşaptan olma evi titrete titrete kapıya koşturdu. Sabah karanlığında göremediği yolu ayağına takılan başka bir güğümle bölününce az daha abdestini zedeliyordu. Son anda diline hâkim olup, içinden yedi ceddine sövdüğü güğümü alıp kenara koydu. Merdivenlerden inip taşlığa çıktığında ise ayağına batan taşlardan çarıklarını giymediğini hatırlayınca seke seke geri dönüp evvelsi hafta iki kile buğdaya aldığı bayramlık çarıklarını ayağına geçirip seğirtmeye başladı. Hemen iki ev yanında olan camiye vardığında topu topu dört rekât olan sabah namazının tesbihatı yapılıyordu. Ettiği küfür duyulsa hâşâ Padişah efendimiz asilikten, putperestlikten kellesini alırdı. Deminki seğirte seğirte gelen Mustafa Ağa, ayaklarını sürümeye mecali kalmamış kefensiz meftalar gibi ağır aksak şadırvana doğru yürüdü. Harman vakti olmasına rağmen Ayaz Paşa kol geziyordu sokaklarda. Şadırvanın önüne oturup da abdestini tazelemeye başlayınca daha da iyi anladı. Ağzı yüzü birbirine vura vura aldığı abdestinin ardından cemaat camiden çıkarken camiye girdi. Cemaat arasında alaya alınır olmuştu namaza yetişememesinden dolayı. Evin cumbasından selamını aldığı İlyas Efendi, Mustafa Ağa’yı görünce bir an durup takılmak istedi. Lakin Mustafa Ağa’nın iğdiş edilmiş deveye benzeyen suratından korkup kendini geri çekti. İçeride yanan kandillerden üçünü Mustafa Ağa için açık bırakan imam da cemaatin arkasından cami avlusundaki iki göz odadan ibaret evine doğru yollandı. Mustafa Ağa’dan başkası olsa değil caminin kapısını dayaklamadan gitmek, namaz kılarken başında beklerdi. Dışarının ayazını yiyen Mustafa Ağa, caminin içine girince doğrudan minberin dibine kurulmuş sobanın yanına doğru seğirtti. Harman zamanıydı, amma soğuktu da hava. Hemen niyetini edip sünnetini eda etmeye başladı. Sokaktan gelen gürültü patırtıya her ne kadar kulağını tıkasa da okuduğu surelerin arasında “Allah Allah” nidaları geçirmekten kendini alamadı. Namazını bitirip kalkınca şöyle bir ne olmuş diye camdan bakarken minberin üst basamaklarında gördüğü, görünce uzanıp aldığı, alınca da adından bir şey anlamadığı kitabı geri koymak yerine okuma merakı yüzünden yanına aldı. Harmanı kaldırdığından bu yana yapacak iş bulamadığından meşgale arıyordu durmadan. İmamın yanık bıraktığı üç kandili de söndürüp harimden avluya çıktı. Çarıklarını ayağına geçirirken hemen kapının önünde oynayan gölgeler de zavallının beş kuruştan üçü uçmuş aklını borca sokturtuyordu az daha. Desturla harmanladığı küfrünün adresi İlyas Efendi çıkınca, ayağına geçirdiği çarığı ayağından çıkarıp İlyas Efendi’ye fırlattı. Yaşını başını almış, torun torba, evde çorba sahibi İlyas Efendi biraz çocuk ruhlu bir adam olduğundan çarığı yakalayıp geri vermek yerine geri fırlattı. Mustafa Efendi de çarıklıkta bulduğu ne varsa fırlatmaya, ağzına gelen küfrü etmeye başlayınca durulan İlyas Efendi, kantarın topuzunun kaçtığını ancak fark edince ellerini omzuna doğru kaldırıp teslim bayrağını çekmişti. Yerdeki çarık yığınından kendi çarığını seçmeye çalışırken kızgın boğaları andıran Mustafa Efendi nihayet çarığının tekini bulduğunu sanıp ayağına geçirince bir de çarık borcuna girdi. Ayağını sokmaya çalıştığı çarık Muzaffer Efendi’nin çarşılık çarığıydı. Zaten boylu poslu, göbekli biri olan Mustafa Ağa’nın ayakları da vücuduna denk olunca çarık patlayıvermiş, zaten tersinden kalkan Mustafa Ağa iyice zıvanadan çıkmıştı. Patlak çarığı çıkarmayıp biri kendi biri imamın çarığı olan bir çift çarıkla İlyas Efendi’yi elinin tersiyle ite ite cami avlusundan çıktı. Ettiği küfrün cürmünün hala kıldığı namazın hayrını geçtiğine kayıl olmamış olacak ki evine girmeden sokağa doğru böğüre böğüre son bir kez İlyas Efendi’nin yedi ceddini mezarında ters döndürmüştü.
Mustafa Efendi’nin çok ters adam olduğundan hayıflana hayıflana caminin avlusundan çıkacakken Mustafa Efendi’nin düşürdüğü kitabı gördü. Cami kapısında çingene bohçasını aratmayan çarık yığının az ilerisinde yere düşmüş, rastgele bir sayfası açılmış duruyordu. Geri dönmeye ilk başta niyetlenmese de merakına yenik düşüp camiye doğru geri döndü. Dosdoğru gidip kitabı aldı.
Avludan çıkmayıp aldığı kitapla birlikte teneşire doğru yollandı. Sol dirseğini teneşire dayadıktan sonra sırtını da teneşire verip destek alıp rahatlayınca yerde açılmış halde duran, bozmadan getirdiği sayfayı okumaya başladı. Kitabın dili İbranice denen, Yahudi gavurunun diliydi. Sayfada anlatılan konu, kargacık burgacık karakalem resimleriyle desteklenmişti. Sıbyanlığından beri cinden, ifritten korkan İlyas Efendi tek sayfada yazanlardan bile kirece dönmüştü. Sayfada bahsi açılan konu da ifritler, cinlerdi. Anadolu’da var olan ne kadar hamuru bozuk, niyeti çürük şey varsa hepsinden ayrı ayrı tiksindi tekrar. Kitabı kapatıp sağ koltuğunun altına sıkıştırdı. Teneşirde durduğu vaziyetten bakınca Mustafa Ağa’nın cumbasından dışarıyı seyrettiğini gördü. Ellerini belinin gerisinde birleştirmiş, diğer evlerden daha yüksekçe olan cumbasının verdiği manzara izniyle şehr-i haramiyi izliyordu. Pala bıyıkları, bıyığı kadar gür kaşları ve kapkara derisiyle Arap diye anılan bu koca adam Yeniçeri Ocağı’ndan icazet almış, daha sonra da ev bark kurup buraya yerleşmişti. Yeniçeri Ocağı’nda adını namını duyurmuş, hatta çoğu Yeniçeri taslağının da zamanında yaptığı gibi daha ilk Ocağa girdiği günden belli etmişti yiğitliğini. Daha sonraları da -Haşa Padişah Efendimiz duymasın- sefersizlik savaşsızlıktan, padişahın işgüzarlığından ve Devlet’i Ali’nin cihan hükümdarı olmasından yine çoklarının yaptığı gibi esnaflığa soyunmuş, demircilik yapmıştı. Yeniçeri’likten emekli olana kadar tohuma kaçtığından mıdır yoksa kendi istemediğinden midir çocuğu yoktu. Normalde yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen iki arkadaştılar İlyas Efendiyle Mustafa Ağa. Amma velakin Mustafa Ağa çok ters, huysuz adam olduğundan geçinmesi de, hoş tutması da zordu.
Belinden belinden giren soğuk sırtını kaskatı ettiğinden, teneşirden aldığı desteği bırakıp doğrulurken oklava yutmuş gibi kaldı bir zaman. Sonra da avlu kapısına doğru yürümeye başladı. Güneş doğdu doğacak diye düşünürken avaz avaz bağıran Hacı Abbas’ın gelininin sesi çalındı kulağına. “Gudubet karı!” diye geçirdi içinden. Hacı Abbas’ın ortanca oğlu Süleyman’a hanım geldi geleli ne mahallede huzur bırakmıştı ne de evinde. Arada Suriçi’ndeki kahvehanelere uğradığı zaman, zavallı adam, gelininden yandığı derdi dinletecek adam bulamaz olmuştu artık. Kahve ahalisi de adamın durumunu bildiğinden o geldiği zaman ortalıktan tüyerlerdi. Hacı Abbas’ın evinden gelen bağırtılara mahalleli alışkındı. Hacı Abbas’la tüm ahali bu gudubet kadının doğduğu güne de buraya geldiği güne de lanetler okuya okuya, okuma yazma bilmeyen veletler okur yazar olmuştu.
Nihayet kendi evinin önüne geldiğinde şöyle bir sokağa, sokaktaki evlerin camlarına bakındı. Sabah namazından sonraki uykuya it uykusu denildiği ta çocukluğundan kalma bir hatıraydı zihninde. O yüzden de hiç uyumazdı namazdan sonra. Hanımını da alıştırmış, onu da hacıyatmaz yapmıştı. Kendi eviyle Mustafa Ağa’nın evinin arasında dört ev vardı. Bahçe kapısının tokmağını bırakıp şöyle üç beş adım gerileyip Mustafa Ağa’nın cumbasına baktı. Hala oradaydı. Hala şehri seyrediyordu. Koltuğunun altında Mustafa Ağa’ya verme niyetiyle alıp vermediği kitap olduğu halde bahçe kapısını açıp avluya girdi. Evde kendiyle beraber hanımı, bir de henüz on beşinde olan oğlundan başka kimsesi yoktu. Usul adımlarla evin büyükçe olan kapısını açıp içeri girerken son bir kez ortalığı süzdü…
Mustafa Ağa sokak kapısını açıp içeri girdiğinde hala sövüyordu. Sabah sabah daha karga bokunu yemeden başına gelenler yetmemiş gibi üstüne bir de İlyas mendeburunun çocukluklarıyla uğraşmıştı. Bahçe boyunca adımlarken odun yığını gözüne takılınca o tarafa yöneldi. “Bizim hatun hala uyuyordur, iyisi mi kendi başının çaresine bak Mustafa.” diye kendi kendine söylenirken bir taraftan da kucağına odun istiflemekteydi. İşini çabucak bitirip doğruca eve yollandı. Dışarıdaki ayaz adam öldüren cinstendi. Evin kocaman, cevizden yapılma kapısını usulca açıp bir taraftan da kucağındaki odunları düşürmemeye çalışarak eve girdi. Niyeti karısını uyandırmamaktı. Doğruca odaya gidip yavaşça sobaya bir iki odun attıktan sonra diğerlerini de kenara istifledi. Sonra elini kolunu nereye koyacağını şaşırdığından mıdır cama doğru yürüdü. Sabahın ilk ışıklarıyla koca şehrin yeni yeni bedenine giren ruhunu izledi. Nereden duyduğunu dahi hatırlamıyordu ama uyuyunca da ruhun bedenden çıktığına inanırdı. Sürgülü camı açıp daha az önce soluduğu soğuk havayı bu sefer isteklice solumaya başladı. Sokaktan gelen tek tük konuşma seslerine karışan tencere, tava sesleri de ahalinin uyandığının göstergesiydi. Elleri belinin arkasında, gözleri dimdik ileriye bakar vaziyetteyken aklına gelen kitap ise huzurunu kaçırmaya yetmişti. “Almıştır şimdi o pezevenk kitabı. Al alabilirsen artık.” diye söylendi kendi kendine. Mustafa Ağa okumaya meraklı adamdı. Okuma tutkusu yüzünden, nice yiğitliğiyle namlandığı kadar da yerilmişti. O sıralar millette hâkim olan “Erkek adam kendini bileğiyle gösterir.” lafı yüzünden geliştirememişti bu yönünü. Ta emekli olana kadar da tek okuyabildiği şey de mushaf olmuştu. Usulca camdan geri çekilip camı kapattı. Üşümüş olacak ki sobanın üzerindeki güğüme ellerini dayayıp ısıtmaya başladı. Karşıdan ona cilve yapıp kendisine çağıran divana daha fazla karşı koyamayınca üzerine kıvrılır kıvrılmaz uyuyuverdi.
Büyük bir gürültüyle uyandığında kıyamet kopuyor sanmıştı. Eliyle başına geçirmek için takkesini ararken ayağına giydiği meshi başına geçirmeye çalışmış, yaptığı işi fark edince de tuttuğu gibi fırlatmıştı. Nihayet hazır olup kalktığında aşağıdan gelen “Mustafa Ağaaam! Aç hele!” nidalarının arasından seçtiği seslerden de kapının yumruklandığını anladı. Apar topar indi aşağıya. Kapıyı açınca İlyas’ı elinde bir kitapla birlikte soluk soluğa, beti benzi atmış şekilde buldu.
“Hayırdır İlyas? Ne bu halin?” diye sordu. Sorarken de ne olmuş olabileceğini düşünüyordu.
Sağ elinin şehadet parmağını kaldırarak bir dakika müsaade isteyen İlyas Efendi, bir taraftan da kitapta açık olan bir sayfayı Mustafa Ağa’nın gözüne gözüne sokuyordu.
İlyas’a verdiği müsaade dolarken o da eline aldığı kitabı okumaya çalıştı. Lakin kendi dilini zor okuduğundan, bu yabancı lisanı okuyamadı. Biçare İlyas’ın soluklanmasını beklemeye başladı. Sayfayı kaybetmeden şöyle bir göz gezdirdiğinde sabah camiide bulduğu kitap olduğunu anladı. Kitapta garip şekiller, küsuratlı sayılar, kargacık burgacık yazılar vardı. Elyazması olduğu her halinden belli olan kitapta bu kadar dehşete düşülecek ne var diye düşündü. Nihayet İlyas kendine geldiğinde sanki söylemekten vazgeçmiş gibi konuştu.
“Ağam kalk gidiyoruz.”
(…)
Mehmet Ali KABA