“…Connor, sen hep böyleydin…”
Dişlerini titreten, kulaklarını uğuldatan bir sesle gözlerini açtı. Kafasını yavaşça kaldırıp etrafına baktı, gözlerini aralamakta zorlanıyordu. Dizlerinin üstüne çökmüş olduğunu fark etti. Vücudunun ağır hissi onu şaşırtmıştı. Gözlerini kırpıştırırken soğuk bir rüzgâr yüzünü yalayıp geçti.
“…Connor, hiçbir zaman değişmedin…”
Ses, bir fısıltıdan daha yüksek değildi ama Connor kafasının basınçtan patlayacağını zannetti. Sesin kimden, hangi yönden geldiğini anlamak için sağına soluna daha fazla bakmayı denedi ama nafile. Vücudu çok ağırdı, sanki birisi kucağına bir gülle koymuştu. Gözlerini ovuşturmak istediğinde ellerini de kaldıramadığını fark etti.
“…Connor, küçüklüğünden beri buraya geliyorsun…”
Zifiri karanlık bir odanın ortasında dizlerinin üstünde duruyordu. Odanın ne kadar büyük olduğu seçemiyordu, hatta bir odanın içinde olduğundan bile emin değildi. Çünkü felç gibi hissetmesinden öte, karanlık her yöne ve her boyuta doğru, sonsuza dek uzanıyor gibiydi. Kafasını aşağıya indirdiğinde hala gri pijamalarının üstünde olduğunu, ama grinin odanın karanlığıyla karıştığını, lekelendiğini gördü.
“…Connor… Burada öleceksin…”
Alarmın keskin ve neredeyse ıstırap verici sesi, karanlık ve havasız odayı üçüncü kez doldururken Connor uyandı. Telaşla dönüp telefonunun ekranına dokundu ve alarmı kapattı. Sonra yatağa neredeyse yığıldı. Kafasındaki basınç hissi durmuştu, yerine beyninden göğüs kafesine doğru yayılan bir karıncalanma hissi gelmişti. Karıncalanma hissi yavaşça geçerken, bir klasik müzik eserinin kreşendo yaptıktan sonra durulması gibi, kalbi birkaç kez kulaklarında attı. Connor kıpırdamadan gözleri kapalı bir halde “Bir, iki, üç, dört, beş…” diye nabzını saydı. Bir süre sonra, şafak vaktinin sessizliği odayı kapladı.
Connor sırt üstü döndü ve saçlarını karıştırdı. Terden nemlenmiş alnını koluna sildi. Kendini hayatta ve iyi olduğuna ikna etmeye çalışıyordu çünkü ağzının içine yayılan kuruluk hissi inatla aksini iddia ediyordu. Gözlerini ovuştururken önceki gece Madeleine’e yarım ağızla söylediği şeyler aklına geldi: “Bu sefer ciddiyim, Maddie. Sen her ne kadar sevsen de göbeğim aldı başını gitti, pantolonlarım sıkıyor… Kılık kıyafeti geçtim, profesyonel imajım zedelenmeye başladı. Sabah idmanına başlamak benim için şart oldu…” Ne zaman sarhoş olsa, ki son zamanlarda çok sık sarhoş oluyordu, hayatını düzene sokmak için çok heyecanlanıyor, planlar yapıyor, bu planları genelde bağırarak Madeleine’e anlatıyordu. Stajyer idman programına kalbinin dayanıp dayanmayacağını düşünürken sol kaburgasına sürtünen yumuşak bir şey hissetti. “Sana da günaydın,” dedi ve mırlayan tekirin başını dalgınca okşadı.
En sonunda yataktan kalktı. Büroyu düşünmeye başladığında sabahki karabasandan silkelenip kendine geldi. Biliyordu ki onun en kötü hali şimdinin “zımba gibi” stajyerlerini cebinden çıkartırdı, enseyi karartmak yersizdi. Yatağını üstünkörü topladıktan sonra pencereyi kısa süreliğine açtı ve buz gibi temiz kış havasını odaya doldurdu. Ardından mutfağa gitti ve çaydanlığı doldurup ocağa yerleştirdi, daha sonra da banyoya girdi. Suyun sesi Madeleine’nin miyavlamalarını ve kapıyı tırmalayan patilerinin sesini bastırıyordu. Aslında hızlıca duş almak istiyordu ama suyun yüzüne ve vücuduna vurmasıyla kendine geldiğini hissetti. Suyun sesini delip geçen tiz çaydanlık sesini duyana kadar içerde kaldı. Üstünde havlusuyla mutfağa girdi ve ocağın altını kapattı. Daha sonra kedi mamasını dolaptan çıkartıp ölçekle mama kabına doldurdu. “Merak etme Maddie, senin formunu korumana gerek yok,” dedi ve bacakları hala ıslak olduğu için kendisine dokunmayan kedinin önüne kahvaltısını koydu. Maddie kafasını kaldırıp ona baktı, kehribar rengi gözlerinde alaycılık olduğuna yemin edebilirdi. İçeri gidip hızlıca eşofmanlarını giydi, gri olanları gördüğünde tüylerinin ürpermesine engel olamadı. Mutfağa dönüp bir bardak suya efervesan tablet attı. Beyaz tablet suyun içinde köpürüp erirken penceredeki yansımasının ötesine, gittikçe rengi açılan karanlığa baktı. “Küçüklüğünden beri buraya geliyorsun…” sesini kulaklarında duydu. Orası kendi zihinydi ve Connor bunu çok uzun zamandır biliyordu. O ses, tanımadığı bir kadının sesi, haklıydı. Küçük bir çocukken bile en çok kendisine öfkelenirdi ve ne zaman kendisine öfkelense, kendi kendine hayal kırıklığına uğrasa o gece kendi zihin duvarlarının arasına hapsolurdu. Çaresizlik hissinden hep, hep nefret etmişti. Biraz daha büyüdüğü zamanlar geldi gözünün önüne, üniversite mezuniyeti, Büroda staj yapmaya başladığında herkesin arasında parıl parıl parlaması, staj ve eğitim programını yüksek başarıyla bitirdiğinde şeflerinin hiç tereddüt etmeden kadroya alınması, ilk solo işi… Ondan sonraki tam otuz yıl boyunca Connor önce büro içinde, sonra İngiltere boyunca, daha sonra da Birleşik Krallık çapında bir efsaneye dönüşmüştü. Tabii ki kendisini tanıyan, kendisine saygı duyan, kendisinden bahseden herkes büronun bir mensubuydu. Connor dışarda, sokaktan geçen alelade birisi için bir hayaletten farksızdı ve o bundan gurur duyuyordu. Connor mutluydu. Kendisiyle, yaptığı işleri bitirme kalitesiyle gurur duyuyordu ve her şeyin böyle devam etmemesi için hiçbir sebep yoktu… Geçen seneye kadar. Yönetim kurulu Connor’a, önce kullanmadığı izinleri kullanmasını tavsiye etti, sonra yemekhanede “ona özel menü” çıkarttı, en sonunda da odasında “Connor, kendine çekidüzen vermezsen öleceksin, işte o kadar!” diye endişeyle karışık serzenişle bağırdı. Connor bir süredir eski formunda değildi, işlerini iyi bir şekilde halletmesine rağmen müşterileri eskisi kadar “titiz” olmadığından şikâyet etmeye başlamıştı, üstelik Connor “gelenekleri” bahane edip ofisinde durmadan alkol alıyordu. Yönetim kurulu, bu çıkışından sonra Connor’a “kendisini toplamaya yetecek kadar süreyle” ücretli izin vermişti. Connor o zamandan beri kendine yeni bir bilgisayar ve bir telefon almış, tatile çıkmış, birkaç hobi edinmeyi denemiş, en sonunda da evinde inzivaya çekilmişti.
Bütün bunları düşünürken tost makinesinin sesini duymamıştı. Anıların ona getirdiği bir şarkıyı da bir süredir ıslıkla çalıyordu. En sonunda döndü ve ıslık çalmaya devam ederken kahvaltısını hazırlamaya başladı. Çayını demledi, kızarmış ekmeklerden birine reçel, öbürüne zeytin ezmesi sürdü. Çeri domatesleri dilimleyip çırptığı yumurtaları tavaya döktü, birkaç dakika sonra da cumartesi kahvaltısını oturma odasına taşıdı. Dizüstü bilgisayarının ekranını açtı, Frank Sinatra şarkı listesini açtı ve demin ıslıkla çaldığı şarkı hoparlörden hafifçe yayılmaya başladı. Komşuları uyandırmaya hiç lüzum yoktu. Sandalyede otururken geniş oturma odasının öbür ucunda, karşı duvar boyunca yükselen ahşap kitaplığa baktı. İlk defa gören birisi ahşabın türünü ve cilasının yenilendiği yerlerden kitaplığın yaşını tahmin edebilir; uzun ve kalabalık rafları dolduran kitap sırtlarından Connor’un Rus klasiklerini ve Fransız filozoflarını okuduğunu görebilirdi. Üstelik rafların hiçbir yerinde tek bir zerre toz olmadığını görünce şaşırabilirdi de. Ama ilk defa bakan birinin, rafların şu ya da bu kısımlarına serpiştirilmiş diploma klasörlerini görmesi zor olabilirdi. Klasörler üstün başarı belgeleri ve “yüksek örnek” gibi isimleri uydurulmuş başka belgelerle doluydu ki Connor onları hiçbir zaman samimi bulmamıştı. İzne ayrılırken stajyerlerden biriyle olan konuşmasını hatırladı. “Bay Kenway,” demişti. “sizin iş ahlakınız ve yıllardır değişmeyen kılı kırk yarma huyunuz büro için tam bir ilham kaynağı. Bu iş, belli ki sizin kaderinizde var…” ve ardından kahkahalara boğulmuştu. Connor kızarmış ekmeğini çiğnerken dişlerini istemsizce sıktı. “Keşke o çaylak sıçanın kafasında kılı kırk yarabilsem,” dedi kendi kendine. Assassin’s Creed evreninde Connor Kenway adında bir karakter vardı, bir suikastçı. Connor’un adaşı ve meslektaşı. Birleşik Krallık Yeraltı Suikast Bürosu Londra Ofisindeki stajyerler boş vakitlerinde süslü kıyafetli suikastçı oldukları bilgisayar oyunları oynamakla kalmıyor, bu “keşfi” Connor’un izne “ayrıldığı” sabah gelip herkese anlatıyorlardı. Connor istemsizce Sinatra’ya eşlik etti.
“…I pick myself up and get back in the race/That’s life…”
Büyük keyifle okudum elinize sağlık 🙂