Ellerini sırtında kavuşturmuş bir adam, yıllardır döner ekmek sattığı dükkânının kapısından dışarıdaki yağmuru seyrediyordu. Duruşunu bozmadan sigarasını bitirdi. Sert bir dudak hamlesi ve kuvvetli bir nefesle izmariti ağzından fırlatıp dükkâna girdi. İçeride müşteri yoktu. Dükkânın arka tarafındaki ufak odaya doğru yöneldi. Üst üste yığdığı ayran ve meyve suyu kolilerinin arkasından, tek koluyla duvardan destek alarak kocaman bir kutu çıkardı. Uzunluğu bir metreden fazla, genişliği ise bir soba borusu kadardı. Kutunun kapakları koli bandıyla sabitlenmiş ve üstüne pek bilinmeyen bir ambar şirketinin etiketi yapıştırılmıştı. Kartonun üzerinde beyaz bir şapkanın altında çapraz durmuş iki kılıç resmi vardı. Kutuyu her iki eliyle de sıkı sıkı kavrayıp büyük bir özenle taşıyarak kapıya doğru geldi. Kutuyu yere dayayarak üst tarafındaki bandı sökmeye başladı. Kutuyu açtığında önce mat bir ahşap parçası göründü. Devamında ise ışıl ışıl parlayan çelik vardı. Bu güzel parçayı kutudan dikkatlice çıkardı. Eliyle şöyle bir tarttıktan sonra birkaç kere rastgele savurdu. Sonra yaptığı şeyin saçmalığı ve tehlikesiyle aklı başına geldi. Parçayı hemen arkasına saklayarak gören olup olmadığını anlamak için dışarıya göz attı. Neyse ki, hava karardığından pek bir şey belli olmuyordu. Çevredeki dükkanlar birer birer kepenk indiriyorlar, caddede kalan tek tük insan da yağmurun altında daha fazla kalmamak için acele ediyordu. Elindekini bulduğu ilk masanın üzerine bıraktı. Arka kapıyı kilitlemeye gitti. Kapıyı kilitledikten ve bir iki masayı düzelttikten sonra tezgâhın yanına geldi. Askılıktaki ceketine uzandı. Sırtına geçirdikten sonra göz ucuyla gökyüzüne bakmak için kapıya doğru eğildi. Yağmur durmayacak gibiydi. Boğazına atkısını, başına da kasketini geçirdikten sonra masanın üzerine bıraktığı kılıcı aldı. Nefesini tutarak kutunun içine yerleştirdi. Söktüğü bandı kutunun kapağını kapatacak kadarıyla yeniden yapıştırdı. Dükkânın ışıklarını kapattı ve çıktı. Hızlı adımlarla caddeyi arşınlamaya başladı. Attığı her adımla paçaları çamurlandı. İngiliz tipi botlarının içi suyla doldu. Cadde boyunca üç selamlaşma, iki de hayırlı geceler sözüyle karşılaştı. Hepsini yarım ağızla baştan savdı. Gideceği yer çok uzak değildi. Yürüyerek bile yağmur dinmeden ulaşabilirdi. Adımlarını daha da sıklaştırdı. Alçak sokak lambalarının ışıkları yağmuru aydınlatmaya pek yetmiyordu. Bir sokaktan çıkıp diğerine girerken önüne aniden bir araba fırladı. Son anda kurtuldu. Arabayı kullanan adamın ettiği küfürleri duymazdan geldi. İstese o adamı pişman edebilirdi fakat şu an sadece eve olabildiğince çabuk varmak istiyordu. Koşar adım yürümeye başladı. Botlarından su sesi geliyor, ayak parmakları sırılsıklam olmuş çoraplarının içinde soğuktan sızlıyordu. Yağmur ne hızlanıyor ne de yavaşlıyordu. Saçlarından düşen yağmur damlaları gözünü tam açmasını engelliyor, etraftaki şeyleri görmesini zorlaştırıyordu. Üç sokağı koşar adım geçtikten sonra dördüncüsüne saptı. Sokağın ortalarına doğru kapısının üstünde “Anadolu Apartmanı” yazan binanın saçak altına girdi. Başını kaldırıp sokak lambasının ışığına baktı. Yağmur hala ince ince devam ediyordu. Kartonu kontrol etti. Üst tarafı oldukça ıslanmıştı. El yordamıyla bulduğu zillerden en alttakine bastı. Az sonra kapı tok bir diyafon sesiyle açıldı. Kutuyu kolunun arasına sıkıştırıp apartmanın kapısını itti. Doğruca kapıcı dairesine indi. Merdivenlerin otomatı bozuktu. Işık olmadığından önünü göremedi. El ve ayak yordamıyla yolunu bulup dairenin kapısına ulaşmaya çalışırken ne olduğunu bilmediği bir şeye takılıp düştü. Kutu da düştüğünden çıkan metalik ses apartman boşluğunda bomba gibi yankılandı. Üst katlardan “Ayy, biri düştü! Yaptıramadı deyyus dönerci şu lambaları. İyi misiniz?” nidası geldi. Cevap vermedi. Ayağa kalktı. Tam karşısında bir kapı açıldı. “Düşen sen miydin yoksa baba?” sorusuna da cevap vermedi. Sadece kapıdan içeri girdi ve ayakkabılarını çıkardı. Kutuyu dışarıda unuttuğunu fark etti. Kapıyı açan kızına kutuyu içeri getirmesini söyleyip sırasıyla kasketini, atkısını ve ceketini çıkardı. Portmantoya astı. Hemen sağındaki ilk odaya girdi. İçeride üç çırak, önlerindeki bileği taşlarının önünde oturuyordu. Herkesin başı ona doğru döndüğünden selam vermek zorunda kaldı. Sonra birdenbire bağırdı.
“Kaç kere söyledim Japon Fikret’e ucuz çelikten mal yollamayın diye. Adam geri yollamış. Kim yaptı ona giden kılıcı?
İçerideki üç kişi de suçu diğerlerine atmaya epey hevesliydi fakat hiçbiri konuşmadı. Dönerci de cevap gelmediğini görünce üstelemedi. Eliyle işinize dönün der gibi bir hareket yaptıktan sonra odadan çıktı. Karşı odaya geçti. Teslim edilmeye hazır şekildeki kılıçlar duvardaki bölmelere sıralanmıştı. Tam karşı duvarda ise bugüne kadar gördüğü en muazzam kılıç duruyordu. Dokuz nesillik ailenin ikinci neslinden kalma, büyülü olduğu inanılan bir kılıçtı. Eğer kılıç yağmur altında kullanılırsa hiçbir şeyin onu durdurmaya kudretinin yetmeyeceği söylenirdi. Yüzyıllardır ailesinden kimse o kılıcı deneme cesaretini gösterememişti. Denemek bir yana, büyük büyük dedesi o kılıca bir putmuşçasına tapmıştı. Herhangi bir mucizesinin insan gözüyle görüldüğüne dair bir kayıt yoktu.
Dönercinin zihninde bir düşünce belirdi. Kılıcın şu anki sahibi kendisiydi. Hesap vereceği kimse yoktu. Duvardaki bölmeyi açıp elini kılıca doğru uzattı. Önce tereddüt etse de kabzasına parmağı değer değmez, eline aldı. Uzun uzun inceledi. Daha sonra kılıçla beraber pencereye doğru yöneldi. Yağmur hala devam ediyordu. Kapıya gitti. Ayağına bir çift terlik geçirdikten sonra dışarı çıktı. Çıkarken onu kimse görmemişti. Adım attıkça terliklerden çıkan cırtlak seslerle birlikte apartmanın dışına çıktı. Kılıcı yağmura doğru uzattı. O sırada sokağa henüz girmiş biri, sokak lambasının hemen altında dönerciyi elinde kılıçla görünce gerisin geri koşmaya başladı. Kılıç yağmur damlalarını yedikçe kılıcı tutan dönercinin merakı artıyordu. Ha şimdi ha birazdan derken kılıç rafta durduğundan daha farklı görünmüyordu. Belki de denemeden bilemem diye düşündü. Kendine kılıç talimi yapacak bir şey aramaya başladı. Sert ve dayanıklı bir şey olmalıydı. Çevresine bakındı fakat hiçbir şey dişe dokunur gelmedi. Kılıç kendiliğinden oldukça keskin ve dayanıklıydı. Kılıcın büyülü olup olmadığını anlayabileceği tek bir yol vardı. Tam karşısındaki beton direği gözüne kestirmişti. Terliklerinin cırtlak sesiyle beraber direğe doğru gitti. Duruşunu aldı. Tüm gücünü topladı ve hepsini kılıcı direğe savurmak için kullandı. Gelen şangırtı ve hissettiği çeliğin betona sürtme hissiyle birlikte pişmanlığı zihnini sarmaya başlamıştı. Kılıcı sokak lambasının ışığına tuttu. Bir sineğin bile derisini yüzüp çıkarabilecek kılıç artık çentikli ve körleşmiş ağzıyla adi bir testereyi andırıyordu.
Elinde tuttuğu kılıçla beraber eve girdiğinde onu karşılayan kızı oldu. Babasının zangır zangır titrediğini ve zar zor duyulan bir sesle bir şey söylediğini işitti.
“Gittin bin yıllık kılıç!”
Mehmet Ali KABA
Yüreğine sağlık. Güzel bir hikaye okudum, teşekkür ederim.