Çın çınnn

Çın çınnnnn çınnnnnnnnnn!

            Geriye dönüp baktığında resepsiyona gelmiş bir müşterinin, hararetli bir şekilde ve bir o kadar da ısrarcı tavırla zile basışlarını duyuyordu. Başını tekrar önüne çevirdi. Manzara oldukça güzeldi burada. Dağdaki ormana konuşlanmış ve yüksek bir rakımdan denize kadar uzanan her hattı seyredebiliyordu. Denize çıkan ve denizi besleyen şehrin tüm damarlarına hâkimdi.

            “İyi günler!” dedi, resepsiyondaki çıkış işlemleri bitmiş sabırsız adam.

Başını arkasından yavaşça çevirdi. Adamın hareketlerine sabitledi gözlerini. Bir hayli uzaklaştıktan sonra:

            “Ucube herif!”

            “Oğlum siz de şu işinizi düzgün yapın. Sizin uyuşukluğunuz yüzünden bu adamların tavırlarını çekemem! Ben terasta olacağım. Mühim bir şey olursa haber edersiniz.” dedikten sonra cevabı umursamadığını belli edercesine merdivenlere yöneldi.

            Şimdi terastaydı. Otelin terası ona aitti. Mütemadiyen burada takılırdı. Hemen iki üst sokakta da evi vardı, müstakil ve bahçeli. Ara sıra oraya da uğrar, evinin soğuk yalnızlığına acırdı. Münzevi bir evdi. E, düzeni yoktu elbette. Niye olsun ki hem, gerek var mıydı? Tek başına “yaşamak” denen eylemi gerçekleştirmek için birisine ihtiyacı var mıydı? Ya da birine hesap mı vermeliydi? Bu şekilde olursa “yaşamış” mı olacaktı?

            İçerideki odasından aldığı şarabı, büyükçe bir kadehe doldurdu. Her gün tam aynı saatte denize ve ilçenin tüm damarlarına hâkim bir konumda duran kırmızı tekli koltuğuna oturur, şarabından aldığı yudumlarla zevklerini kurban ederdi. Ah ne de güzeldi Ayvalık’ın şu şarapları! Damağında hafif hafif gezdirdikçe adeta tüm damarlar ve deniz genişler, şarap damlalarını tek tek yutardı.

            “Yirmi sene önce geldim buraya. Balıkesir Üniversitesi tıbbı 4’te bıraktım. Kafama koymuştum. Ayvalık’a gidecek ve orada her oteli tek tek gezecek ne iş olursa olsun yapacağımı söyleyecektim. Yabancı dilim olduğu için en uygun yer otellerdi. Hem de ömürlük bir kontratla beraber. Hangi patron benden daha kölesini bulacaktı ki? Hangi çalışan “ömrünü” bahşederdi bu zamanda? Çok zor! Bu yüzden bir yer bulacağımdan emindim. Bavulumla geldim. Bavul dediğim de küçük asker çantası. Onu da arkadaştan güç bela aldım. Abisinden mi kalmaymış neymiş, kimin umurunda? Tek maksadım Ayvalık’a geldiğim birkaç sene öncesini geriye kalan ömrüme demirlemekti. Bir ömürle bütünleştirmekti. Sakin ve düzensiz bir hayat. Başıboş ve yaşanmış düşüncelerin kıskacından uzak…

            Gez dolaş bu otele geldim en son. E baktım ki oldukça sakin ve ormanlık bir alan içerisinde. Pek fazla insan da yok hem. Ahşaptan yapılma butik bir otel olması da tüm isteklerimi katmerleştiriyordu adeta. İlk izlenimim çok iyiydi. “Ah şuraya bir kapak atsam!” diye tıslarken girdim içeri. Vaziyeti resepsiyondaki görevliye anlattım. Tabii o zaman çın çın aleti de yoktu. Hani o Ayvalık’taki küçük esnafların kapısından içeri girince şıkır şıkır ses çıkaran antikadan var ya, işte onun aynısından vardı. Beni teras kata yönlendirdiler. Patron oradaymış. Çıktım hemen. Terasta kırmızı bir tekli koltuk. Elinde kırmızı bir şarap kadehi tutan bir adam. Yanına kadar yaklaştım ve cesurca seslendim. Ömürlük kontratım cebimdeydi, ondandı bu cesur tavırlarım. Anlattım tüm hikâyemi. Sessizce dinledi beni, bana bakmadan. Noktayı koyduğumda döndü bana. “Aşağı in sana yapacaklarını anlatırlar.” dedi oldukça kayıtsız bir halde. Ömürlük kontratım cebimde yırtıldı o an. Cesaretim deniz misali gevşemiş, kadehteki şarap gibi dibi görmüştü.

            Böyle başladı işte her şey. Zaman bizi baba evlat yaptı. Sardı sarmaladı, baktı, besledi ve sonra zamanın peşine düşerek bu ıssız sokaklardan hiç geçmemiş gibi gitti. Evet, vefatından sonra oteli bana bıraktı tamamen. İşletmeyi devraldım. Belki de beni evladı olarak görmek istiyordu. Öldüğünde oteli devredecek, adını yaşatacak bir evlat… Ya da ben onu bir baba olarak görmek istiyordum, kim bilir? Nihayetinde bu işletme bana kalmıştı işte. Şimdi aynı konumda, aynı kırmızı koltukta, kırmızı şarabımı ben yudumluyordum. Onun yaşadığı hayatın tıpkısını yaşayacak derecede “baba” özlemi çekercesine. Değişen hiçbir şey yoktu. Resepsiyondaki çın çından başka.”

            Görevli genç onu kadehin içindeki şaraba gülerek başını sallarken buldu.

            “Abi, küçük bir problem var da iki dakika aşağı gelebilir misin?” dedi.

            Adam gülümsemesini hemen avcuyla yakaladı, boğdu ve terastan aşağı fırlattı. Hazırlıksız anlarda gelen her en ufak ses dahi paniğe davetiye çıkarırdı. Dişinin arasında kalmış son kekemeliği de orada çıkardı.

            “Ta-tamam ge-geliyorum sen git.” diyerek parmakları arasındaki kırmızı şarap gibi al al oldu. Yok canım duymuş olamazdı. İçinden konuşmamış mıydı? Öyle olması lazımdı yani.

            Aşağı indiğinde çın çının bozulduğunu söylediler. Nazar mı değmişti ne? Daha iki dakika önce söylenip gülüyordu.

“Hay ağzıma…” dedi.

            “Efendim abi?”

            “Yok bir şey yok. Siz işinize devam edin. Ben alır gelirim yarın sabah. Şimdi eve gidiyorum yorgunum biraz. Yatıp uyurum. Telefonum kapalı olur. Acil bir şey olursa gelir çağırırsınız. Çın çından daha mühim şeyler!”

            “Tamam abi nasıl istersen.” diyerek sarardı genç oğlan. Suç işlemiş gibi hissetti kendini bir an.

            Eve doğru giden kıvrak yollardan bir kez daha geçiyordu. Kaç kere daha geçecekti? Yerdeki Arnavut kaldırımı daha istekliydi eve varmak için. Her biri anlaşmış gibi eşit bölünen bu taşlar, bir an önce eve varmak için benden daha isteklilerdi. Her adım atışında ne yaparsa yapsın, kendisinden öndeydi taşlar. Kapıya “Ben daha önce geldim.” deseler, inkâr edemezdi. Hepsi birbirinin aynısıydı ne de olsa. Nasıl ayırt edecekti ki?

            Tam kapının önüne geldiğinde, o her biri aynı arnavutçuklardan birisi posta direğine tosladı. “Ha ha! Sözde beni kandıracaktın değil mi?” diyerek keyiflendi. Artan keyfiyle beraber eve girmek için kalkan gözleri, kırmızı posta kutusundaki kırmızı bir zarfa takıldı. Çok nadiren posta gelirdi ona, bu sıralar beklediği bir mektup ya da herhangi bir bildiri de yoktu. Bu belirsiz zarf, şüphesini uykusundan kaldırarak, kırıntılarını merakının üstüne serpmişti. Uzandı, aldı mektubu. Titreyen ellerini gören gözleri bir seğirme trafiğine takıldı kaldı. Niçin bu derece heyecanlandığına anlam verememişti. Ama kalp öyle bir organdı ki aklın ulaşamayacağı sınırlarda gezinir, aklın dahi idrak edemeyeceği çıkmaz sokaklarda dolaşırdı.

            Mektubun sağ alt köşesinde kırmızı bir kalemle yazılmış kargacık burgacık harfler vardı. Eğitim seviyesinin düşük olduğunu gösterir miydi bu? Bir ölçüt müydü bu? Ne olduğunu umursamadı çünkü düşünmesi gereken bu değildi. Mektuba döndü.

            “Geri Gel Köyü Muhtarı Muhittin GERİGEL. İmza: MG.”

            Açtı mektubu. Kıvrılmış sayfayı düzeltip okumaya başladı. “Oğlum, bugün tam 33. yıl…” Mektubun babasından geldiğini anlayınca, tüm sinirleri kanına sızarak eklemlerinde tahribata başladı. Oturması gerektiğini hissetti. Evinin hemen yanındaki asırlık ağaç, ona uzun köklerinden kırmızı bir sandalye yaptı ve oturmasını bekledi. Oturdu, yorgundu. Fevkalade yorgundu. Derin derin nefesler aldı. Yarısını geri verdi. Geri kalanı da harflerin ruhuna üfledi.

“33 yıl olmuş demek. Ben hiç saymamıştım. En son aklıma uğradığında bilmem kaç yağmur geçmişti. 7 ya da 8 bilemedin 9 yağmur öncesi. Hele kalbime? Kapının eşiğinde bırakmıştım uğramayı. Bir daha beni bulup da gelemesin diye. Onca şeyden sonra ne hakla? Niçin? Nasıl bulmuştu ki benim adresimi? Muhtar ne alakaydı? Muhtarı tanıyordum da neden bana “Oğlum” diye hitap ediyordu? Yoksa babam mı istemişti böyle olmasını? Babam yaşıyor muydu ki?”

Kendisini ona hatırlattığı için babasına olan duygusuz sinirleri artmıştı. Allak bullak olmuştu. Ne amaç olabilirdi de bunca sene sonra ona ulaşmıştı. Daha fazla oyalanmadan kalktı, elindeki kâğıtla beraber kapıdan içeri tam adımını atıyordu ki gördüğü şeyle birlikte ayağı havada kaldı. Yine mi o taş! Sertçe indirdi yere ayağını. Çiğnedi mektuptaki okumadığı her harfin sızısıyla.

İçeri girdi, oteli de görecek şekilde oturdu. Geceden kalma kadehini bir dikmede içecekti ki kadehin başı döndü. Bir süre yalpaladı ve yere düşerek kırıldı. Ahşap zemin olduğu gibi kıpkırmızıydı şimdi. Kırılmış her kadeh parçacığında babasının yüzünden gölgeler yansıdı. Tüm kırık camlar harekete geçmiş birbirine yaklaşıyordu ki çevik bir hareketle hepsini ezdi. Buna izin veremezdi. Hayır, o kapıdan bir daha içeri giremezdi. Sinirleri alt üst olmuştu. Camı açtı ve derin derin nefesler aldı yeniden. O kadar derin nefes almıştı ki, nefesler eklemlerine kadar ulaşmış, sinir hücrelerinin sırtını sıvazlayarak sakinleştirmişti. Oturdu yeniden, kâğıdı tekrar açarak göz gezdirmeye devam etti. Gözleri aşağı doğru kaydıkça alt tarafta bir not fark etti. Mektubun genelindeki yazıdan farklı ve daha kötüce bir yazıydı. “Evladım baban vefat etti. Bu kâğıdı onun evine gittiğimde cesedinin altında gördüm. Adresi falan hepsini yazmış ama nasıl olduysa oracıkta teslim etmiş canını. Mektubun sana olduğunu anlayınca altına bu notu yazarak yolluyorum. Cenazesi…” okuyamadı geri kalanını. Okutmadı kalbi. Müsaade etmedi. Çünkü devamını kaldıracak kadar güçlü değildi artık. Evden ayrılırkenki kadar cesur değildi. Yaşlanıyordu şimdilerde…

Kâğıdı elinden bırakıp arkasına yaslandı. Asırlık ağaç köklerini uzattı camdan toprağıyla birlikte. “Sür kalbine!” diye emretti. Köklere uzandı, eline düşen bir avuç toprağa baktı. Göz kapakları hareket etmemeye and içmişti. Birkaç damla gözyaşı düştü avucundaki toprağa, kırmızı kırmızı. Bir avuç toprak…

Başını kaldırmasıyla kararını vermesi aynı ana denk geldi. “Geliyorum.” dedi ve bir avuç toprağı yeniden sahibine, köklere teslim etmişti. Otel için çın çın alacağını hatırladı. “Hay Allah! Nasıl yapsam ki? Neyse hemen alır otele bırakır hem gideceğimi haber veririm.” diyerek evden çıktı. Çarşıdan çın çın aletini alıp otele geldi. Bir süre buralarda olamayacağını haber verdikten sonra otogara giden dolmuşa atladı. Otogara indi, bir bilet aldı en yakın sefer saatine. Yapacağı yolculuk memlekete miydi? Hayır, yolculuk şimdi içindeki en toz tutmuş yaralaraydı. Yaranın üstünde parmağını gezdirecek ve bakacaktı parmağına. Katman katman toz oluşunu fark edecek, yarasını tüm parmaklarıyla deşip kanatacaktı. Kararlıydı, akan kırmızı kanlarla babasının toprağını sulayacaktı. Açık kalan o kapıya gidiyordu şimdi. Yeniden yola vardığında kendisini nerede bulacaktı? Bir avuç toz zerreciklerinin kucağında hareket etti otobüs. Gidiyordu.

“Öyle işte oğlum. Mektupta not kısmında ne yazdıysam o. Hepimiz şaşkınız. Beklemiyorduk pek. Gerçi baban… Neyse evladım gel gidelim biz dinlen. Uzun yoldan geldin ihtiyaç gider.”

“Gerçi baban ney muhtar bey amca? Neden getirmedin gerisini? Söyle ne diyeceksen.”

“Önemli bir şey değil be evlat. Sadece ne bileyim baban sen gittikten sonra çıkmadı o evden bir daha. Ne kahveye geldi ne evlerimize uğrar oldu. Haddime değil ama ne yaşandıysa toprağın altına girdi işte. Bak gitti adam. Sen baban gidince geri geldin be oğlum. Geç kaldın. Geç kaldın vesselam.”

“…”

“Hadi gel bize gidelim biraz yat dinlen.”

“Yok bey amca. Mezara uğrayıp gideceğim. Bir Fatiha işte, geriye kalan sadece bir Fatiha. Hem işlerim de var. Pek vaktim yok.”

“Sen bilirsin evlat. Mezarın yerini gösterdim zaten sana muhtarlığa gelirken. Tekrardan başın sağ olsun. Allah taksiratını affetsin.”

“Affetsin ya affetsin! Affetsin…”

Muhtarlıktan çıktığımda gün batmak üzereydi. Babam defnedileli üç gün olmuş. Ne için geldiğimi bile tam olarak bilmiyorum. Yaşarken neden gelmedim? Korktum mu yüzleşmeye? Kapıdan bir daha girmekten mi korktum? Bilmiyorum ama hep böyle olması gerektiğine inandım. Yaşanan her şeyi o kapının arkasına sıkıştırıp çıkmıştım. Yaşarken gelsem ne ben onu ne de o beni affederdi. Böyle olması daha iyiydi hem. Hesaplaşma biraz daha ertelenmiş oldu böylece. Beni beklemeye farklı bir durakta devam edecekti. Onun da benim de düşünecek zamanımız çoktu artık. Onun yüzü yoktu zaten. Olsaydı 33 sene sonra mı yazardı? Beni kalbinden sökemediği aşikârdı. Hangi baba evladını kalbinden sökebilirdi ki? Peki ya ben? Ben sökmüş müydüm ya da sökebilir miydim? Sökemezdim belki ama üstünü kapatacak katman katman toz zerrecikleri ile gizlerdim. Sadece erteleyebilirdim. Allah babalarla evlatların kalplerini birlikte mi yaratmıştı acaba? Her şey zıttıyla kaimdi sanırım. Öyleyse babalarla evlatlar uzaklaştıkça mı var olurlardı?

İki adımı da yan yana sabitlendiğinde karşısında babasının taze mezarı vardı. Toprak nemliydi. Babası kokuyordu. Kapıyı savurduğunda burnuna çarpan babasının son nefesi gibi…

“Bir sır vardı aramızda. Sen de gidince bir bana kaldı yükü. Biliyorum baba, ben o kapıdan çıkarken yanımda sadece bavulum yoktu. Ruhun da geldi benimle beraber. Sen öleli tam 33 sene oldu. Ama seni üç gün önce gömdüler.” Gözyaşları toprakla buluşuyor, 33 senelik hasret daha da büyüyordu. Damlalar dudaklarının kenarlarında tutunmaya çalışırken, konuşmak için yeniden ağzını açtığında yere düşmekten kurtularak dişlerinin arasına saklandı.

“Öyle her şeyi bana yükleyerek çekip gitmek yok baba. Ben ne zaman öldüm peki? Düşündün mü hiç? Ben sana söyleyeyim mi? Bu da benim sana sırrım olsun. Kefeninin cebine saklarsın. Nasıl olsa kimse oraya bakmaz. Ben o kapıdan çıktıktan sonra otobüse bindim. İşte o otobüsün simsiyah pis lastikleri arasında verdim canımı. Ama korkma, senin ruhun yanımdaydı, ona tutunarak yaşadım. Sana olan sinirimden dolayı bunları kendime bile açıklamadım onca senedir. Bedenimi ne zaman gömerler bilmiyorum. Ha bugün ha yarın. Ne fark eder!”

Selvi ağaçları bu hüzne ve yaraya dayanamamış, eğildikçe eğilmiş, babasının ıslak toprağına dokunuyorlardı. 33 senedir gurbetteydi. Hepsini biliyordu ama ne bilmek ne de fark etmek istiyordu. Kadehlerin arkasına saklamıştı kendini. Her vuran güneş ışığında ayrılıyor ve bir daha, kırılıncaya dek, bir araya gelemiyordu. Şimdi ayan beyandı. Tek gerçek olan ölüm, onları buluşturmuştu. Her yer sessizdi şimdi. Güneş usul usul çekilmiş, baba ve evladı baş başa bırakmıştı.

Bir avuç toprak… Ağacın kökündeki toprakları hatırladı. Eğildi ve babasının yer yer ıslak toprağını avuçladı. Selvi ağacı emretti: “Sür kalbine.” avucunu bastı bağrına. 33 kez bastı. 33 bin kez bastı. 33 milyon kez bastı… Kalbinin damarlarında babasının ruhunun huzuru vardı artık…

Bu esnada karnına batan sert bir cisim, onun ruh haline bir toz gibi geldi kondu. Eliyle cebini yoklayınca çın çını fark etti. Gülümsedi mahcup bir vaziyette. Çıkardı, toprak parçalarının olduğu eline aldı. Okşadı bir müddet. Gülümseyerek bıraktı mezarın üstüne. Ve son kez seslendi babasına, 33 senedir ruhunun isyanını bastıran o sesle.

Çın çınnn

Çın çınnnnn çınnnnnnnnnn!

-Sencer Selim

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir