Gök kubbe bütün ağırlığıyla bastırmış kaybolan ve kaybolacak dakikalar için telaşları da beraberinde getirerek derin nefesleri gerektirmeye başlamıştı. Gündüz ateşte kavrulmuş tarlalar ay ışığı altında dinleniyordu. Kavaklar her zamanki ıslığını tutturmuş, dallarını göğe uzatıyordu. Namazının son rekâtını kılıp kavaklara özenir gibi ellerini yaşama tutunurcasına göğe kaldırdı. İçeriden en küçüğün ağlayışını duyuyor her bağırışında karnı sıkışıyordu. Geçenlerde muhtara demişti, “Gel gidelim Tilki İsmet’in arabasıyla, gösterelim şu çocuğu bir hekime.”
Mazota verecek parası olmadığını bildiklerinden, kimse oralı olmamıştı. Rahmetli anası olsa okuya okuya ayağa kaldırırdı ya, o da şimdi diğerlerinden dua bekler durumda. Ne zaman başı sıkışsa, eli kolu tutmaz olsa, anasını arıyordu; ama en sonunda iki üç damla yaşla böğründeki taşı ıslatıyordu. Anasının eli pek çabuktu. Sabahtan akşama bahçe beller, akşamına aşını hazır eder, dört çocuğu bir de kocasını doyururdu. Kocası rahmetli olduktan sonra daha da bir dik durmaya çalışsa da, belini büken hayat en sonunda bileğini de büktü. Kimsenin evde olmadığı bir vakit yığılıp kalıvermişti gariban anası. O güne kadar her türlü işi sağlam vücuduyla yapan, kilolarca kasayı çekerken gık demeyen Osman, o gün tabutu en önde taşırken, hayatı boyunca sırtına alacağı en ağır yükün o tabut olduğunu düşündü. “Her nefis ölümü tadacaktır,” yazısını okurken kendi ölümünü bile hayal etmişti. Ertesi gün gitti, kendisi için anasınınkinin tam yanına bir mezar kazdırdı. Kanlı canlıyken tutamadığı, aklına bile doğru dürüst gelmeyen nasırlı ellere daha yakın olmak için tam dibine kazdırdı mezarı. Günü gelince gireceği mezarda anasını görecekti. O, bu düşüncelere dalmışken yarım saate yakındır duymadığı çocuğun sesiyle tekrardan irkildi. Evin arkasına geçip odunluğa girdi. Odunların arkasında dede yadigârı çifte kırma, geceleri canavar gelirse diye asılı duruyordu. Gerçi, Osman o çifte kırmayı hepi topu iki üç kere kullanmış, onda da canavar yerine az kalsın kendini vurmuştu.
Yığılı odunlardan bir kucak alıp sobaya atacak şekilde kırdı. Yüklenip evin önüne doğru yürümeye başladıysa da bebeğin sesleri arttıkça ayakları geri gidiyordu. Kapıdan girdiği an yine midesi sıkışacak, kendisini divanın üstüne bırakıverecekti. Evin önündeki çeşmeye ilişti gözü. Etrafı güllerle çevriliydi. Rüzgârdan sağa sola salınıp duruyor ama yine de sağlam duruyorlardı. Geçen yaz, Kürt Selim’in Ankara’da okuyan oğlu getirmişti. Bir aya kalmadan çiçek göstermişti kendini. Ama her gün sulamasa renkleri böyle parlak olmazdı. Çeşmede elini yüzünü yıkayıp kaldırdı kafasını. Kümeslerin oradan bir ses duyar gibi olunca oraya bir göz atıp geri döndü. Çocuğun sesi kesilmiş, uyumaya başlamıştı. Naciye çocuğu emzirip sallamaktan yorgun düşmüş, ayağında çocuk ile o da uyuyakalmıştı. Tabakasını çıkarıp sardı tütünü; sararmış bıyıklarının altına koydu. Karşı bahçelerde ateş yakmış Sıddık’ı gördü. Kaç zamandır geceleri bahçelerde domuz nöbetindeydi. Osman’ın da babadan kalma bir tarlası vardı ama o da köyün su gelmeyen tarafındaydı. En son muhtarla köyden birkaç kişi, “Eve kışlık alırsın onun parasıyla,” diyerek zorla sattırmaya çalışsa da satmamıştı. “Allah verir rızkımızı,” deyip terslemişti. Susuz olsun olmasın, babasının emeğiydi. Ondan da ortanca oğluna geçecekti. Şimdiden babası gibi her işten anlayan, temiz yürekli bir çocuktu. Büyük kızını da bir iki seneye evlendirip yuvasını kurduracaktı. Bu işlerin para kısmını da iyi bildiğinden şimdiden on beş yirmi güne başlayacak mevsimlik işçiliği düşünmeye başlamıştı. Yevmiyeler güzeldi. Kayısı işinden anladığından, en iyi tarlalarda çalışıp tarla sahiplerinin gözüne giriyordu. Buradan gelen parayla kışlık erzağı da çıkartıyordu. Bu yıl soğuk vurmadığından mahsul de iyi gelecekti. Fark etmeden tüm bu düşünceler altında ezilmişti. Elinde avucunda olan biraz para, doyurmaya çalıştığı boğazlar, göğsüne oturan taşı daha da ağırlaştırıyor, nefesini daraltıyordu. Allah korkusu ağır basıyordu çoğu kez, ama yine de bazen her şeyi bırakıp gidesi, boğazına ilmeği geçiresi geliyordu. Kaldırdı kafasını tekrar derin bir nefes çekti. Sonra bir anda evin arkasına, odunluğa koştu hızlıca. Bu sırada etrafına hızlıca göz attı. Girdiği gibi çıktı tekrar yukarı. Ciğerindeki bunaltının geçtiğini hissetti ama korkudan karnına ağrı girdi. Derin bir nefes çekti. Tüfeğini kaldırıp tam başına nişan aldığından emin oldu. Patlayan silah, uyuyan çocuğu uyandırdı. Ağlama sesi evin içini tekrar doldurmuş, zaten zar zor uyuyan ortanca oğlan yatağında yine dönmeye başlamıştı. Ayağında çocukla uyuyan Naciye de sıçradı yerinden. Korkudan çocuğu ayağından atmış, dışarı fırlamıştı. Kümes tarafında bir karartı görür gibi oldu, yalın ayak koştu. Osman, yerde yatan cansız hayvanın başında durmuş biraz da kendine inanmayarak karısına bakmaya başlamıştı. En başından beri kümesin oralarda dolanan bir şey olduğundan şüphelenmiş, tetikte duruyordu. Daha önce bırak hayvanı vurmayı, kendine zarar veren Osman, şimdi vurduğu hayvanla gurur duyuyor; altı üstü on tane olan tavuğu koruduğu için övgü bekler gibi duruyordu. Tilkinin ölüsünü, kümesten aşağıya, kayalıklara doğru attıktan sonra odunluğa gidip tüfeğini yerine astı. Naciye tekrardan çocuğu sakinleştirmeye çalışıyor, Osman da evin kapısında dolanmaya devam ediyordu. Ay ışığı altında dolanan düşünceleri tekrardan ciğerine, karnına hücum edip onu bunaltıyordu. Sonra yeniden kavaklara özenmiş olacak ki abdestini alıp ellerini göğe açmaya gitti. Çocuğunun ağlayışı kalbini sıkıştırırken okuduğu dualarla yüreğini ferahlatmaya çalıştı. Son surelerini okurken Naciye’nin pışpışlamasını duyuyor, bebeğin gittikçe azalan inlemesi ile yüreğine biraz da olsa rahatlama geliyordu. Esselamu Aleykum ve Rahmetullah, Esselamu Aleykum ve Rahmetullah. Gecenin üzerine çöken ağırlığını yırtarcasına ellerini kaldırıp yüzüne sürdü.
İsmail Atasoy