Saygıdeğer amirim Fethi Bey,
Şu an yazmakta olduğum bu mektubu eminim ki uzun süredir beklemektesiniz lakin başıma gelen türlü musibetten ancak sıyrılabildim. Günlerdir kâh ağaç kovuklarında kâh kuyu diplerinde saklanarak izimi kaybettirmeye çalışıyorum. Eğer bu mektubu size ellerimle teslim edemediysem bilin ki şehadetim vuku bulmuştur. Hakkınızı helal edin. Beni araştırmak ve soruşturmakla mükellef kıldığınız malum görevi yerine getirebildim mi yoksa hiç muvaffak olamadım mı, inanın bilmiyorum. Allah’tan tek niyazım, bir masumun kanına girmemiş olmaktır. Size her şeyi tek tek ve ayrıntılarıyla anlatacağım.
Geçen ayın son perşembe akşamı makamınızdan ayrılarak yola çıkışımın üçüncü günü öğle vakitlerinde ulaştığım bu köyde, başta oldukça hoş karşılandım. Köyün muhtarı beni evine misafir etti, hatta etli butlu bir kuzu bile kesti. Bütün köy, köylerine bir devlet görevlisinin gelmesinden, daha doğrusu devletin onları unutmamış olmasından dolayı gayet mutluydu. Ne var ki, her iki tarafın da sürmekte olduğu bu mutluluk, benim oraya ne için gittiğimi öğrendikleri ana kadar sürdü. Efendim, ne yazık ki söyleme gafletinde bulundum. Benim görev icabı orada olduğumu ve görevimin içeriğini muhtara söylediğim vakit pazar akşamı yatsı namazı sularıydı. Muhtarın evinin damında oturmuş tabakasından sardığı tütünü içmekteydik. Birden ellerini göğe kaldırıp lafa girdi.
“Bak şu ayın, ayı bir yana bırak, yıldızların bile orada olmalarının bir sebebi var Niyazi Bey. De hele, ne diye geldin buralara?”
Bilmiyorum böyle bir cümleyle karşı karşıya kalan kaç kişi düzgün bir yalan uydurabilirdi. Ben de bu yüzden dosdoğru bir şekilde o köyün üst tarafındaki kalıntılarda devlet tarafından bir kadastro çalışması yapılacağını, benim de önceden durumu görüp bir rapor hazırlamak için geldiğimi söyledim. Muhtarın suratı bir anda renkten renge girmeye başladı. Deveci armudu kadar olan burnu suratının aldığı şekilden yamyassı olmuş, bu gece vaktinin loş ışığında bile rengi belli olacak kadar kızarmıştı. Elindeki sarma sigarayı da şaşkınlıkla derin bir nefesle içine çekince öksürük de sarmıştı. Hemen yanımızdaki ibriğe elini uzatıp bardak falan aramadan kafasına dikti. Gömleğinin yenine ağzını silerken tekrar lafa girdi.
“Niyazi Bey! Sen ne laf ettiğinin farkında mısın? Devlet ne arayacak ki o cenabet yerde? Hem bu köyden kimse o tarafları ekip biçmez. Kadastroya neyim gerek yok!”
“Tövbe tövbe, ne diye öyle diyorsun ki muhtar?”
“Nedeni var mı ya? Cellat mezarlığıdır ora. O melunların olduğu yer mübarek mi olacaktı bir de?”
“Cellat mezarlığı ha. Siz nereden biliyorsunuz ki? Hem bu köyün yanı başında ne işi var ki öyle bir yerin?”
“Valla Niyazi Bey, biz de pek bilmeyiz. Bize de dedelerimiz söylerdi oraya yaklaşmayın, orada cellatların mezarları var diye. Zaten git bak, her yan isimsiz mezardır, hiçbir mezarın mezar taşında isim misim yazmaz. Böyle mezarlar onların mezarları olurmuş. Diğer insanlardan ayrı gömülürlermiş.”
Doğrusu saygıdeğer amirim, önceleri inanmadım. Muhtarın bir şeyler karıştırdığını ve bunları saklamak amacıyla beni kandırmaya çalıştığını düşündüm. Bu yüzden de apaçık şekilde muhtarı hem tehdit ettim hem de uyardım. Eğer bildiği bir şey var ise ve bunu benden saklıyorsa devleti kandırmaktan mahpushaneye gireceğini, bildiği ne varsa o an orada anlatırsa belki de ödüllendirileceğini söyledim. Bunun üzerine muhtar şöyle bir laf etti.
“Niyazi Bey, bütün bu ettiğin lakırdıları ben de biliyorum amma hiç kusura kalmayın, benden duyabilecekleriniz ancak bu kadar. Zaten bu köydeki kimseden ora hakkında bir şey işitemezsiniz. Bırak o tarafa geçmeyi, o yana düşen tarlaları bile ekip biçmeyiz ekini bereketsiz, uğursuz olur diye.”
Ben de bu lafın üstüne daha fazla bir şey söylemeyip müsaade isteyerek bana hazırlattığı odaya çekildim. Sabah olmasını bekledim, güneşi görene kadar gözüme tek damla uyku girmedi. Muhtar sabaha kadar evin içinde dört döndü. Onun olduğundan adım gibi eminim, zira onun iriliğinde bir adamın ancak ayak sesleri o denli gür olurdu. Sabah ilk işim erkenden kalkıp muhtardan müsaade istemek oldu. Muhtarın ne kadar gönülsüz ve tedirgin olduğu hareketlerinden rahatça okunabiliyordu. Son kez gitmemem için beni uyardı.
“Niyazi Bey, sözü doğru adamsın dün anladım. Başına bir hâl gelsin istemem, bence gel vazgeç bundan.”
Gerçekten benim için endişeleniyor muydu yoksa bir şekilde beni tehdit mi ediyordu o an muallakta idim. Zaten az sonra satırlara dökeceğim şekilde neyin ne olduğu o günün akşamına doğru meydana çıktı. Ben yolu göstermesi için köyden on beş yaşlarında bir erkek çocuğu rehber olarak yanıma alıp yola çıktım. Yolun yarısına kadar geldiğimizde çocuk oradan daha ileriye gitme izninin olmadığını, eğer duyarlarsa babası ve amcasının onu bir hayli hırpalayacaklarını söyleyip kalan yolu detaylı bir şekilde tarif etti. Muhtar haklı gibi duruyordu. Köy ahalisi o bölgeden gayet çekiniyor, çoluk çocuklarını bile sıkı sıkı tembihliyordu. Kalan yolu tek başıma aldım. Gerçekten de etraftaki hiçbir tarla ekili değildi. Bozkırın sarılığı her tarafı sarmıştı. Bölgeye vardığımda tıpkı muhtarın dediği gibi bir sürü eski püskü, kıyısı köşesi kırılmış, üstlerine bomboş mezar taşları dikilmiş kabirlerle karşılaştım. Gün ışığında hiç de korkutucu görünmemesine rağmen insanın tüylerini diken diken eden habis bir hava da yok değildi. Bu hissin üzerinde durmamaya çalışarak sizden aldığım talimatlar doğrultusunda işimi yapmaya giriştim. Alandaki bütün mezarları sayıp tek tek not aldım, alanın büyüklüğünü ayak usulü ölçüp defterime işledim. Dört yüz doksan ayağa bin kırk ayak ölçüsünde bir alandı. Hatırladığım kadarıyla böyleydi, zira defterimi yitireli çok oldu. Tam otuz dokuz mezar saydım. Bazıları göçmüş, neredeyse yok olmak üzereydi. Çok eski oldukları gerçekten belliydi çünkü üzerlerindeki bitki tabakası yekpare ve sıktı. Uzun süredir buraya ne kimse ayak basmış ne de herhangi bir şey yapmıştı. İşimi bitirip dönerken saydığım alanın dışında, boz kavağa yaslanmış şekilde ayrı bir mezar taşı gördüm. Diğerlerinden farklı olarak bunun üzerinde okuyamadığım birtakım yazılar mevcuttu. Ağacın etrafını incelediğimde bazı yerlerinden gayet katı ve dokunulmamış olmasına rağmen özellikle bir yer sanki çapalanmışa benziyordu. Ya birileri orada toprağı kazmış ya da buraya yakın zamanlarda bir şey gömülmüş gibiydi. Bunu muhtara sormak için aklıma aldıktan sonra köye geri dönmek üzere yola koyuldum.
İşte efendim, başıma ne geldiyse bu noktadan sonra geldi. Bedbahtlığım yüzünden mi yoksa köylülerin oynadığı oyundan mı bilmiyorum ama bir cana kıydım. Canını aldığım o delikanlı gözümün önünden gitmiyor. İyisi mi size burayı da iyice bir anlatayım.
Ben köyden ayrıldıktan sonra muhtarın evine birileri gelip beni sormuş. Bu kişilerin sizin tarafınızdan yollananlar olduğunu düşünüyorum. Lakin o kadar erken geleceklerini ben de bilmiyordum. Muhtara beni geri götürmek üzere geldiklerini ve acilen bulmaları gerektiğini söylemişler. Benim köyün üst tarafındaki o gerçekten de melun yeri araştırmaya gittiğimi öğrenince peşimden oraya gitmişler. Muhtarın söylediğine göre geldiklerinde vakit ikindi vaktiymiş. Hemen hemen benim köye doğru yola çıktığım vakitlerde oraya gelmiş olmalılar lakin ben onlarla ne yolda ne de başka bir yerde karşılaştım. Tabii bütün bunlar muhtarın bana söyledikleriydi. Köye vardığımda ortalığı gayet sakin buldum. Köy ahalisi işinde gücündedir diyerek umursamadım. Doğruca muhtarın evine yollandım. Onu evinde bulduğumda pek telaşlıydı. Beni görünce bayağı bir sevindi. Hemen oturduğu divana davet edip az önce yukarda bahsini geçtiğim şeyleri anlattı. Beni arayanların beni bulup bulmadıklarını sordu. Ben de kimseyi görmediğimi, yol boyunca da gittiğim yoldan geri döndüğümü söyledim. Bir anda dövünmeye başladı.
“Ah akılsız başım! Daha çabuk varırlar diye tarla yolundan tarif ettim ben. Pek telaşlı bir hâlleri vardı.”
Muhtarın telaşının pek samimi göründüğünü özellikle söylemem lazım çünkü başıma gelen şeylerin bütün müsebbibi muhtarın ta kendisidir. Ona inanışım, başıma bu işlerin gelmesine sebep olmuştur.
Muhtara dönüp yarım saat daha gelmezlerse aramaya çıkmamız gerektiğini söyledim.
“Telaşe müdürlüğü yapma Niyazi Bey! Gelirler onlar. Bu akşama düğünümüz var köyde. Biz hele düğün evine doğru gidelim, onlar zaten oraya gelirler.”
Pekâlâ diyerek kabul ettim. Evvelden beridir, köy düğünlerini pek merak ederdim. Evden çıkıp düğün evine doğru yürümeye başladık. Akşam karanlığı üzerimizi örtmeye başlamıştı. Sessiz sedasız ilerlerken muhtar bana doğru dönerek şunları söyledi.
“Niyazi Bey, şurada bizim tarla var. İçinde de ha böyle kafam kadar karpuzlar, kavunlar. Hele gel bir iki tane alalım da, düğün evine götürelim. ”
Şüphelenecek herhangi bir şey yoktu. Tamam diyerek peşi sıra köyden çıkıp tarlaları geçmeye başladık. En sonunda geldiğimiz bir tarlada gerçekten de dediği gibi karpuzlar, kavunlar; biberler, fasulyeler gibi bir sürü sebze ekiliydi. Ben karpuzların yanına doğru yöneldiğimde muhtar arkamdan seslendi.
“Gel gel, şu ambarda daha olgunları var. Onlardan seçelim. Satacaktık aslında bunları ama sen önemli misafirsin.”
Hafif bir gülümsemeyle teşekkür bâbında başımı salladım. Bata çıka yürüyüp muhtarın peşi sıra ambarın kapısından içeri girdim. Ambarın alçak kapısından eğilerek geçişim, cehenneme girişim olmuştu. İçeri girdiğimde her tarafta kopkoyu kan birikintileri ve sağa sola saçılmış et, kol, bacak, deri, organ ve beyin olduğunu düşündüğüm boz renkte parçalar vardı. Bütün bunları görür görmez hamle etmeye kalktım. Belimde dairemizin bana zimmetlediği altıpatlarım vardı lakin muhtar denecek deyyus benden önce davranıp şakağıma nereden bulduğunu anlamadığım bir çifteyi çoktan dayamıştı. Serinkanlı kalmaya çalışarak sordum.
“Ne bok yiyorsun muhtar?”
Muhtar tek kelime etmiyordu. Çifteyle şakağımı dürterek ilerlememi işaret etti. Çaresiz bir şekilde buyruğuna boyun eğdim. Zemin silme kanla kaplıydı. Ayaklarımın altından cıvık sesler geliyordu. Bu cesetlerin kim olduklarını o an anlayamamıştım. Zaten efendim, öyle bir görüntüyle karşılaşınca bütün kanım çekilmişti. Düşünebilecek kadar bile kanın beynime gittiğini sanmıyorum. Daha sonradan anladığım kadarıyla arkamdan gelen görev arkadaşlarımdı. Mekânları cennet olsun. Bir tanesi bile sağ değildi. Muhtarın çiftesi artık şakağımda değil ensemdeydi. O dürttükçe ben ilerliyordum. Görebildiğim kadarıyla eski bir samanlıktı orası. İçerideki tek canlılar muhtar ve bendik. Cansızlar ise beni aramaya yolladığınız altı zavallıydı. Altı diyorum çünkü altı kelle sayabilmiştim. On adım daha yürüdükten sonra muhtar ensemi tekrar dürttü.
“Şu balyaların üstüne otur bakalım Niyazi Bey. Az konuşalım seninle.” dedi.
Uslu bir şekilde dediğini yaptım. Oturup yüzümü muhtara döndüğümde gördüklerim çok değişikti. Muhtar dediğim adam benim iki gündür evinde misafir olduğum adamdı fakat yüzü iyice kararmış; dudakları, gözleri kıpkırmızı bir hal almıştı.
“Ne istiyorsun?” diye sordum. Ne cevap vereceğine dair ufacık bir fikrim dahi olmamasına rağmen sanki içten içe başıma gelecekleri biliyor gibiydim.
“Ben sana demedim mi gitme oraya diye. Ben sana demedim mi? O yer uğursuzdur, o yandaki tarlaları bile ekmeyiz diye. Bak ne işler açtın başımıza. Nasıl temizleyeceğiz bakalım bu boku. Sen gitmeseydin ne onlar rahatsız olacaktı ne de başınıza bunlar gelecekti. Geri dönüş yok artık.”
Bunları söylerken yüzü gerçekten de kederliydi. Başıma gelecek ölümün acısız olması için Allah’a dua etmeye başlamıştım. Kimin rahatsız olduğunu da o an bilmiyordum.
“Et et, dua et. Bizi ancak Allah kurtarabilir zaten.” diyerek beni o samanlıkta tek başıma bırakıp dışarı çıkmıştı. Ellerim ayaklarım bağlı değildi. Belimdeki altıpatları da almamıştı. O çıkar çıkmaz tabancamı elime alıp ardı sıra kapıya yöneldim. Amacım muhtarı vurup yahut bir şekilde etkisiz hâle getirip oradan kaçmaktı. Fakat şansım yaver gitmedi. Ben usul usul kapıya doğru giderken muhtar bir anda çığlıklarla içeri daldı.
“Koş çabuk, koş! Gönlüm razı değil!” diyerek samanlığın arkasına doğru koşmaya başladı.
Bu gibi durumlarda insan ne yapacağını şaşırıyor. Az önce kendisini öldürmek üzere olan insana güvenmek zorunda bile kalabiliyor. Neyden kaçtığımızı bilmesem de muhtarın peşi sıra gücüm el verdiğince koştum. Muhtar ardına bile bakmıyor, ben dur diye seslendikçe daha da hızlı koşuyordu. Ardından ateş etmek aklıma geldiyse de hem kurşunumun azlığından hem de köylüden korktuğumdan yapamadım. Bir müddet sonra, onu bir köşeyi döndükten sonra gözden kaybettim. Zaten bir daha da görmedim. Kendi başıma bir süre daha koşmaya devam ettim lakin nereye gideceğimi ve neyden kaçtığımı bilmediğimden bir süre sonra durup dinlenmek çok daha ağır basmıştı. Dalağım şişmiş, ağzıma kadar gelmişti. Soluk soluğa etrafa bakındım. Geldiğim yer köyün biraz dışında, bir yanı derin bir uçurum, diğer yanı da dik bir yamaç olan garip bir yerdi. Sağda solda ufak kâgir samanlıklar, başıboş pulluklar, biçerdöverler, römorklar ve ne işe yaradığını bilmediğim başka bir sürü alet edevat vardı. Biraz olsun soluklanabilmek için römorklardan birine yaslandım. Soluğumun düzene girmesini beklerken bana doğru yaklaşan yoğun bir uğultu işitmeye, biraz bekledikten sonra da gelen sesi ayırt etmeye başladım.
“Harmanardına gitmiştir, o yana bakın!”
“Nerede bu deyyus!”
“Muhtarı nasıl atlattı bu?”
Özellikle de son yazdığım cümleyi duyduktan sonra mevzu bahis kişinin ben olduğumu anladım. Bütün köy peşimdeydi.
Amaçlarının ne olduğunu hâlâ bilmiyorum. Ben sesleri yakından işittikçe sanki insan sayısı da artıyordu. En sonunda kapısını aralık bulduğum bir samanlığa girip saklandım. Tahtaların arasından görebildiğim kadarıyla köylülerin hepsinin gözü dönmüştü. Bet benizleri atmış, bembeyaz suratlarla ve kaygılı gözlerle beni arıyorlardı. Aralarından genç, çolak biri en sonunda bağırdı.
“Herkes samanlıklara baksın. Buradaysa muhakkak buluruz.”
Bacaklarımda titremekten mecal kalmamıştı. Elimde altıpatlar olduğu hâlde samanlığın duvarına yaslanmıştım. Nefes alışımı bile duyarlar diye korkuyla bekliyordum. Dışarıdaki ayak seslerinin çokluğu zemini bile titretiyordu yahut ben korkudan öyle sandım. Nefesimi tutmuş, ecelimin gelmesini bekliyordum.
“Orhan, şuraya da bakalım.”
Ecelim değil ama bedbahtlığım ayağıma gelmişti. Orhan denilen çocuk mu yoksa sesini duyduğum mu bilmiyorum; kapıyı açar açmaz tetiğe asılıverdim. Boynundan giren kurşunun açtığı yara bir an tertemiz kaldı. Nefes almaya çalıştıkça yaradan bir tısıltı geliyor, akan kanlar ciğerine doluyordu. Köylülerden ses yoktu. Ciğerlerim bir tutam kor, dilim lâl, kulaklarım da sağır olmuş gibiydi. Sadece gözlerim, onun ölüşünün hiçbir saniyesini heba etmeden beynime kazıyordu. Şakaklarımdan akan ter gözlerimi yakıyordu. Dışarıdaki herkesin hâlâ orada olduğunu hissediyordum. Ses çıkarmasalar da kızgınlık ve şaşkınlıkla aldıkları derin solukları duyabiliyor, Allah’a beni oradan sağ salim çıkarması için dua ediyordum.
“Samanlığı ateşe verelim.” diye bir ses duydum. Köylülerin işlediğim cinayet konusunda hiçbir şey söylememiş olmalarının akıl almazlığını o an düşünemedim. Buradan sonra anlatacaklarım her şeyi açık hâle getirecek.
Fethi Bey! Buraya kadar anlattıklarımı akıl ve mantık çerçevesinde usturuplu bir şekilde kavrayabiliyorum. Asıl kavrayamadığım olaylar bundan sonra cereyan etti. Samanlık taş bir yapı olsa da yarısı doluydu ve benim kaçacak hiçbir yerim yoktu. Kapıyı kapatmak kendimi içeriye kilitlemek ve diri diri yanmaktan başka bir sonuca hizmet etmeyecekti. Silahımı atıp teslim olmak, Yaradan’a sığınıp hayatta kalmayı ummak en mantıklı şey gibi geliyordu. Nitekim öyle de yaptım. Silahımı kapıdan dışarı atıp ellerim ensemde dışarı çıktım. Köylülerde hiçbir tepki yoktu.
“Canımı bağışlayın, olanların hiçbiri olsun istemedim. Beni bunlara muhtar zorladı.” dedim. İçlerinden biri bana doğru yaklaşıp şunları söyleyince hiçbir umudum kalmadı.
“Muhtarı da biz zorladık. Bu köye ne diye geldiniz ki.”
Dizlerimin hiç dermanı kalmamıştı. Bir an gözlerimin karardığını ve yere yığıldığımı anımsıyorum. Kendime geldiğimde sabah ziyaret ettiğim mezarlıktaydım. Etrafımda bir sürü insan çember hâlinde dizilmiş, bayram vakti köy eğlencesi izler gibi merakla beni seyrediyorlardı.
Fethi Bey! Size orayı ne kadar uğraşsam da anlatamam. Sabah gördüğüm mezarların hepsi sanki yenice kazılmış gibi yüksekçeydi. Sanki canlı olan her şey can çekişir gibiydi. Bahsini daha önce ettiğim boz kavak bile kan kırmızı geliyordu gözüme. Kendime geldiğimi fark ettiklerinde iki köylü koluma girip beni ayağa kaldırmaya niyetlenince avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım. Allah’ın kulu olduğunu birisi hatırlar da benim gibi bir mazlumu bu dertten kurtarır umuduyla. Fakat kimse dönüp değil gözümün içine benden yana bile bakmıyordu. Çırpınışlarım boşunaydı. Kolumu sıkanlar sanki insan değil cehennemden çıkıp gelmiş ifritlerdi de günahlarımın cezasını peşin peşin tahsil ediyorlardı. Beni kâh sürükleyerek kâh tekmeleyerek yeni açılmış bir çukurun yanına getirdiler. Son arzum niyetiyle yalvaran bir sesle bağırdım.
“Bari neden canıma kıyacaksınız söyleyin. Bok yoluna gitmesin bu Niyazi!”
Köylülerden bir ikisi kıpırdandı. İçlerinden yaşlıca olan bir kadın öne çıktı. Kestirmediğime bin lanet ettiğim saçlarımdan kavrayarak başımı yukarı kaldırdı.
“Bugün bizim düğünümüz var. Sen de Tanrı misafirisin. Elimizden geldiğince ağırlıyoruz. Bak yorgunsundur diye yatak bile serdik sana.” dedi.
Bunları söylerken gözlerinde yanan alevi size anlatamam. Ninemin ben küçükken anlattığı masallardaki cadılar bile o kadın kadar korkutucu değildi. Daha da ürküncü hiç kimse en ufak bir duygu dahi göstermiyordu.
Ellerim ve ayaklarımı bağlayıp çukurun kenarına yüz üstü yatırdılar. Benimle konuşan yaşlı kadın kafamı boz kavağın dibindeki mezara doğru çevirdi. Nefes aldıkça ağzıma dolan toprağı tükürecek mecalim dahi yoktu. Kaderime boyun eğmiş, olacakları usulca beklemeye başlamıştım. Kadın ağır ağır gidip kavağın dibindeki mezarı eşelemeye başladı. O eşeledikçe köylüler yerinde duramaz bir hâl alıyor, gittikçe huzursuzlaşıyorlardı. Aldığı her bir avuç toprakla beraber toprak daha da kızıl, gök daha da karanlık oluyordu. Neden sonra kadın eşelemeyi bıraktı. Emekleyerek geriye doğru çekilmeye çalıştı. Bir kulaç kadar geri gelmişti ki mezarın etrafındaki toprak içe göçtü. Mezardan yaban domuzunu andıran bir hırıltı geldi. Önce birkaç çürümüş parmak daha sonra da üzeri toprak ve kurtlarla kaplı bir kol ortaya çıktı. Köylülerin hepsi nefesini tutmuş, birbirinin arkasına gizlenmeye çalışıyordu. Hayatımda ilk ve son kez öyle bir şeye tanık oluyordum. Vücudumu saran korkudan dolayı zihnim berraklığını yitirmişti. Avazım çıktığı kadar bağırıp birilerinden yardım istemeye çalıştım. Az önce mezarı eşeleyen kadın çeneme kuvvetlice bir tekme savurdu. Makamınızca evvelki sene karşılanan iki takma dişimi orada kaybettim. Sesim kesildiğinden ve çenemdeki acının şiddetinden bir an zihnim düzgün işlemeye başlamış, etrafa bakmayı akıl etmiştim. Alandaki bütün mezarlar önünde bulunduğum mezar gibi çökmüştü. Dışarı çıkmaya çalışan namevtler köylü için sanki sıradan bir durum gibiydi. Herkes adım adım geri gitse ve birbirinin ardına saklansa da bu olayın onlar için hiç de yabancı olmadığı aşikârdı.
“Uyan Kara Ali! Sana çırak getirdik!”
Yanımdaki yaşlı kadın hemen önümdeki mezardan çıkan cesede böyle seslenmiş, seslenirken de beni işaret etmişti.
“Sana borcumuzu söz verdiğimiz gibi ödüyoruz. Bu adamı al, bize dokunma.”
Duyduklarıma anlam verebilmek, o an benim yapabileceğim bir şey değildi. Mezardan çıkmaya çalışan ceset bir an duraksayıp koca bir böğürtü salıverdi. Mezarın iki yanına attığı kollarıyla tutunup dışarı fırladı. Zebella gibi tepemde dikilmişti. Çürüyen bir ceset olmasına rağmen yüzü ayan beyan seçiliyordu. Kapkara, sakalsız ve bıyıksız bir suratı vardı. Göz çukurlarını kıpkızıl bir cehennem ateşi sarmıştı. Etrafa yayılan leş kokusundan söz etmeme gerek bile yoktur. Gözlerimi namevtten alamadığım için ardımda olup bitenlerden habersizdim. Nasıl haberdar olabilirdim ki? Önümde yıllar önce yılana yahut çıyana yem olması gereken fakat her ne cürüm işlediyse olamayan bir mevta vardı. Ben bunları düşünürken bir anda ayak bileklerimdeki acıyla kıvrandım. Bir şey beni ayak bileklerimden kavrayıp havaya kaldırmış, öylece tutmaya başlamıştı. Göz göze geldiğim birkaç köylünün bana acıyarak baktığına yemin edebilirim. Anlaşılan sonum yakındı. Yani ben öyle düşünmüştüm.
İşte tam da burada, saygıdeğer amirim, Allah’ın sevgili bir kulu olduğuma dair müjdelendiğim kısmı anlatacağım. Baş aşağı sallanır vaziyette hangi uğursuz tarafından öldürüleceğimi düşünüyor, tabiri caizse ayaküstü hatimler indiriyordum. Bu olaydan önce maneviyatımın çok kuvvetli olmadığını söylemekten çekinmem. Gökten bir ışık indi yahut aksakallılar geldi diyerek abartmayacağım. Şu yaşadıklarımdan sonra her ne desem olur ya, size her şeyi gerçeklerle anlatacağım.
Baş aşağı vaziyette ve ağzım kan dolu şekilde durduğum sırada, yaşlı kadının Kara Ali diye seslendiği mevta değişik böğürtüler çıkararak bana doğru geldi. Saçlarımdan kavrayarak yüzümü kendisine doğru çevirdi. Saç diplerim acıyla sızlıyordu. Bereket versin o acıyla çığlık atmadım. Zira o sırada köylülerden biri korkuyla mı yoksa bana edilen eziyetten aldığı zevkle mi bilmiyorum, şuh bir çığlık attı. Herkesin sesi kesilmişti. Olacakları beklerken bir an gözlerime yoğun bir güneş ışığı vurdu. Batmakta olan akşam güneşi tam olarak yüzüme vuruyordu. O anın verdiği salaklıkla bunu düşünmüştüm. Asıl düşünmem gereken şeyin ne olduğunu arkamdan gelen böğürtü ve çığlıklardan öğrendim. Çığlık atan köylünün çığlıkları ve namevtin böğürtüleri arasında zavallı köylüyü bir anda üç parça olarak gördüm. Bütün köylü çığlıklar atarak kaçmaya başlamıştı. Beni ayak bileklerimden tutan namevt de beni bir kütük gibi kenara fırlatmış, kaçışan köylülerin peşine düşmüştü. Hareket edebilecek durumdaydım. Yüce Allah bana bir kurtuluş, burada bok yoluna ölmemem için kaçma fırsatı vermişti. Acelece daha önce bildiğim, köye giden yola doğru kâh çalılıklarda gizlenerek kâh tabana kuvvet koşarak kaçtım. Attığım her adımda şükür duaları okumayı ihmal etmedim. Arkama bakmaya cesaret dahi edemiyordum. Köyün alt yanından devam eden yolan doğruca devam ettim.
Fethi Bey! Anlattıklarıma inanır mısınız yahut beni deli mi sayarsınız bilmiyorum. İnanın bu düşüneceğim son şey olur. Canımı kurtarabildiğime hâlâ dua ediyorum. Bu mektubu size rast geldiğim bir köyde rica ederek istediğim kâğıt kalemle yazdım. Her ne kadar neden kaçtığımı ve başıma ne geldiğini anlatmasam da mektubu göndermeye razı gelen köy muhtarına minnettarım. Yanınıza sağ salim ulaşabilirsem uzun uzadıya her şeyi anlatmaya hazırım ve derhal emekliliğimi istemeye, kabul görmezse de istifamı sunmaya kararlıyım. Eğer mektup elinize ulaşırsa lütfen emekliliğim için elinizden geleni yapın. Başıma bir şey gelmesi hâlinde karım ve çocuklarım emekli aylığımla pekâlâ geçinebilir. Sizden istirhamım, bu olanları onlara söylememenizdir. Çocuklarım küçük, babalarının başına böyle bir şey geldiğini öğrenmelerini istemem. Karım ise gönlü zayıf bir insandır. Endişe ve korkudan başına bir şey geleceğinden çekinmekteyim. Şu an tam nerede olduğumu bilmemekle beraber Bursa’nın dağ köylerinden geçtim. Öldürdüğüm delikanlı bir emir kulu muydu yoksa gerçekten beni gözünü kırpmadan öldürecek biri miydi bilmiyorum. Tüm pişmanlığım da bu yüzdendir. Bir masumun kanına girmiş olmaktan korkmaktayım.
Saygılarımla, kadastro memuru Niyazi.
Mehmet Ali Kaba
30/Haziran/2019