Kahve bardağının sıcaklığı ellerine iyi gelmişti. Kendisi için geç gelen bir hobi olmuştu kahve. Bu keskin tat, onu mutlu ediyordu. Yavaş yavaş camın kenarına yürüdü, bu eve taşınalı çok olmamıştı. Henüz karşıdaki dükkânların isimlerini ezbere bilmiyordu. Hala esnafı tanımıyordu. Ekmek aldığı fırıncı da onu tanımıyordu, gazetesini aldığı bakkal da… Yalnız yaşayan biri için daha iyiydi bu ev. Tekli koltuğuna oturup kahvesinden bir yudum aldı. Sıcak sıvı iyi gelmişti, içini ısıtmıştı. Yaz boyu güneşin yaptığı işi artık kahve yapıyordu.
Artık sonbaharın geldiği aşikârdı. Güneş, yorulmuş bir sporcu gibi yarışa tutunmaya çalışsa da kaybettiğinin farkında olmalıydı. Kendini güneşe benzetti, sonra gülümsedi. Kendini güneşe benzetecek kadar büyük mü görüyordu? Hayır, gerçeklerin farkındaydı yalnızca. Söz konusu olan bir yaz günündeki sıcak, kavuran, güçlü güneş değildi. Söz konusu olan feri sönmüş bir göz gibi, sadece var olan bir güneşti, bütün yapabildiği var olmak olan. Kafasındaki düşünceleri sigara dumanını dağıtır gibi dağıttı zihninde. Kahvesinden bir yudum daha aldı.
Okuduğu kitabı eline aldı. Ayraç kullanan biri değildi nerede kaldıysa oradan başlardı kitaba, bilirdi bunu hep. Okuduğu kısımları hatırlamıyorsa tekrar okumalıydı zaten. Birkaç sayfa okuduktan sonra, o sayfaları tekrar okuması gerekeceğini bilerek, kitabı yerine bıraktı.
Yalnızlık ağır bastı. Bu sefer öyle yoğun bir duman vardı ki… Yalnız mıydı gerçekten? Umuda tutundu. Bir oğlu, bir kızı vardı. Nasıl da doluydu evin içi 1 hafta öncesinde… Dudakları kıvrılarak genişledi hafifçe. Artık ‘büyük’ torun olan Erkan’ın eski fiskos masasını kırdığını anımsadı. Henüz yürümeyi yeni öğrenen Selma’nın mis kokusunu düşündü. Onların güneşi sıcacıktı. Ama onun artık kahvesi vardı yalnızca.
Bir yudum daha…
Eşi öldüğünden bu yana bir seneden fazla zaman geçmişti ancak olmuyordu işte. Ne yeni bir ev ne yeni tatlar ne de her gün çalan telefon yetmiyordu. O sonbaharındaydı artık. Yaz bitmiş, onun zamanı sona ermişti. Yorulmuş bir sporcu gibi yarışa tutunmaya çalışsa da nafileydi.
Keşke Fahriye de görseydi bu anı. O da içine çekseydi torunu Selma’nın çiçek bahçesi kokusunu. Keşke, küçücük bir çocuğun kalbi bir fiskos masası yüzünden kırılmaz diye Fahriye de oğluna kızsaydı. Zaten o masa da sonbaharındaydı. Ama geçmişe dönüp hatırladı. Oğlu da Erkan’ın yaşındayken, yine o fiskos masasının üzerindeki vazoyu kırdığında evde fırtınalar kopmuştu. Sonra kendine kızdı. O yaştaki bir çocuğun kalbi bir vazo için kırılır mıydı hiç? Buruk bir gülümsemeyle bunu düşündü bir süre.
Geçmişin acı hatıraları kahve gibi buruk bir tat bırakıyordu artık. Keskin, hatta bir nebze acı fakat lezzetli. Onunla yaptığı tartışmaları, çocuklara hiçbir şey çaktırmadan sırt sırta yatılan onca geceyi hatırlıyordu. Bu bir sene içinde, o anların hepsini tekrar tekrar yaşamıştı. Başta kötü hatıraların hepsinden pişmanlık duyuyordu. Ancak hiç sönmeyecek ateş biraz olsun zayıfladığında o anlar da tatlı gelmişti. O kavgalardan sonra sarılmalarını hatırladı yine. Fahriye’nin kısa boyuyla boynuna uzanışını hatırladı. O rahatça sarılabilsin diye değil, boynuna bir öpücük kondurabilsin diye eğilip, beline sarılıp onu kaldırışını hatırladı. Onu kaybetmeden önceki son zamanlarda yapamıyordu bunları, yaşlanmışlardı. Ama artık öpücüklerden daha farklı iletişimleri vardı. İkisi de sonbaharın yaklaştığının farkındalardı. Birbirlerine sonbaharda düşen renkli yaprakların suya dokunması gibi hafif ve nazikçe dokunurlardı. Fahriye ona dokunduğunda tıpkı durgun bir su gibi dalgalanırdı ruhu. Şimdi o dokunuşlara hasret kalmıştı.
Elini kahvesine uzattı ve bir yudum daha aldı fakat güçlükle yuttu. Kahvesi soğumuştu. Kahvenin de sonbaharı gelmişti demek. O da sıcaklığını kaybetmişti. Kahve kupasını aldı ve mutfağa doğru meyletti. Bardağı tezgâha bıraktığı sırada gözü kapının önündeki kırık fiskos masasına ilişti. Üzerine bir ceket aldı. Anahtarını kontrol etti. Buna alışmıştı artık. Anahtarı hep yanında olmalıydı, çünkü yalnızdı. Başta çok zorlanmıştı bu konuda. Bir iki kez çilingir çağırmak zorunda kalmıştı. Ayakkabılarını giydi, fiskos masasının parçalarını aldı ve kapıyı çekti. Apartmandan çıkıp çöpü attı. Fırına gidip bir ekmek istedi. Fırıncı ekmeği verirken sordu.
“Abi karşıya sen mi taşındın?”
Mustafa Berk DABANCA