“yorgunsun da biraz daha yorulmaya gelmişsin
akşamlar efendidir, birbirine benzer deyip gelmişsin
dalgınlığından mı ne bir an çıkıp gelmişsin
kim kimse demeden bir de çağrılmadan gelmişsin”

Sevgili okur, yazıma hoş geldin. Nerelerdeydin, sen de öyle mi geldin buralara? İç sesinin olmayışı satırlarımı yalnız bırakacak. Ama önünde açılan bu “şehrime mektup” da Ankara’ya mahsus bir gidemeyiş hatırasıdır, Ankara’da bir yalnızlık işidir.

“Ankaralılar” toplama bir güruhtur. Bir açıdan kimsenin evi değildir burası; “kendi toprağı olan göğü yitirmiş gibi” buraya konanların şehridir, gök mavisi olmasa da grisidir. Cumhuriyet’in sokakları geniş başkenti, dört başı memur bir öğrenci yurdu…

Burası bize gar kapılarını açtığında, hepimiz dört bir taraftan gelmiştik. Ankara İlahi Komedya’nın öte dünyası ise, AŞTİ buraya giriş yapılan cehennemidir. Ancak bütün umutlarını kapıda bırakma! Çünkü çiğdem, akbil veya göbel muhabbetlerini arkanda bırakırsan belki bu şehirde bir yer bulabilirsin.

Buraya sezonluk hasattan eline geçeni bir gecede pavyonda yemeye gelmedin sen ama Dikmen yokuşunu arşınlaması için bindiğin dolmuşun içini ışıl ışıl bulunca içinden “Pek de aratmıyor!” diyeceksin belki. Ve önden söyleyeyim, şehirde kızını arayan öfkeli bir Behzat komiser olmayacak. Ama gözünü gecekondulara çevirirsen Sevgi Soysal’ın Ali’sini sayısız pencerenin sarı sıcağı içinde, anasıyla diz dize çayını karıştırırken bulabilirsin. Nihayet, çürümüş kavak Yenişehir’in orta yerinde hala kaldırılmayı bekler. O kavağın anatomisini burada çıkartmayacağız seninle okuyucu. Ancak bil ki ben bugün gidenlerin hikâyesine kalem oynatırken, kalanların verdikleri mücadele Ankara’nın hikâyesini yazmakta.

Bu nasihatler -gürültüden olacak- hiç kulaklarına ulaşmasa da yalnız yabancılar bir sürü halinde keşmekeşin içine daldı. Ve onları hem yalnızlıklarından hem yabancılıklarından çıkartansa bir diğerinin ona, bu şehrinse bize emanet edilişi olacaktı.


“Manzara olmayınca insanlar birbirine bakar” dedi biri ve biz, kat arası bir kafede otururken masanın öbür yanına bakıp birbirimizi gördük. Sonra öbürünün hayat derdi açıldı, şiirden filmden söz açıldı. Başka anadan kardeş bulundu, ilk öpücükler bir müzik listesine dönüştü ve Ankara’da ilk günler arkada mutlaka Pilli Bebek çaldı. Sonraları, Samsun Asfaltı’na vuran otomobiller özgürlük hasretindekilere selam çakacak ve akşamına bahar gelip de bulutlar turuncuya çaldığında, “Ankara’da aşık olmak zor iki gözüm…” diyecekti içinden bir şeyler. Ve dönüş yolun uzayıp Karlı Sokak’a varırsa, o hüzünlü bulutlar sana da yoldaş olacaktı elbette.

Bazı muhabbetleri Kuğulu Park’ta bir çakmak çaktı, bazı sigaraları tepesine kadar dolmuş bir küllük söndürdü. Şurada ayrıldın ilk sevdiğinle sen ve sonra orada karşılaştın ellerinde market poşetleri. Sen yaşamasını bilirdin de bazı bazı cebindeki para yaşatmadı seni burada. Bir arkadaşının evine doluştunuz ve günlerce makarna yediniz o yüzden. Bu yazıyı yazarken 317 dört kere dolu geçti -ki iş çıkışı yoğunluğunu gerçek Ankaralı olmadıkları için olacak Belediye bir türlü bilmez-, şu sokaklara boylu boyunca afiş astım, bu sandalyede “E senin dediklerini Spinoza yazdı zaten” dedi arkadaşım. Şu köşede paramızın artık yetmediğini anladıktan sonra Aspava’nın abartılmış bir balon olduğunda karar kıldık.

Sonra arkadaşım öldü, fikirler ayırdı ve bütün ev arkadaşlarım sırasıyla memleketine göçtü. Öyle günler oldu ki seninle biz, içinde hiçbir çocuk olmayan sokaklardan geçtik; farklı sokaklar oldukları için -ve zaten birbirimizi de tanımadığımız için- hiç ayırdına varmadan hem de. “Bu şehirde kimsem yok benim, gideceğim ben de. Senin dostların var, onlara sarıl” dedi biri ve apartman önü bahçesinden bir çiçek kopartıp kulağının arkasına astığım herkes bu şehirden gitti.

“eskiymiş, bir dostu bulamasak gölgesini arardık
şimdi gölgeler de insanlara benziyor
yarısı karanlık, yarısı kiralık
herkes içinde üç-beş yalnız besliyor,
herkesin gözü başkasının yalnızlığında”

Sevgili okur, bir gün Ankara’da otururken bir arkadaşımla, içim bunaldı. Bu, zaman zaman olur burada. Bazıları, sırf deniz olmadığı için buranın bütün sokaklarının çıkmaz olduğunu iddia eder. Diğerleri, Ankara’daki çıkmaz sokakları çok sevebilir. Bir başkaları, hangi mevsimine büründüyse sana onu yaşatmaya yeminli olan bu yerin tümden çıkmaz bir sokak olduğunu söyler. İçini dağıtacak bir genişlik hissi vermesi için Ankara Kalesi’ne çıkmaya mecalin kalmaz çünkü bazı kışlar. Ben mi? Buna hiç aldırış etmedim, çünkü kaçmakla işim bitmişti çoktan buraya geldiğimde. O yüzden olacak, tıpkı Emanet Şehir’in Şekip’i gibi, giremedim ben de gidenler kategorisine.

O gün, ikamet etmek için koca Ankara’da bu Kuşkonmaz Sokak’ı bulmuş olduğuma yandım. Nilgün İstanbul’daydı ve bense burada uzak bir komşusu. Ve arkadaşıma neden izin vermediklerini sordum yoluma kuş konmasına; ama o hiçbir kuşa gerek olmadığını, yolumun zaten güzel olduğunu söyledi. Bu, arkadaşımın güzelliğiydi.

Hâlbuki kuş konmayan bir yol yalnız betondu! Ankara koca bir beton muydu başından beri yoksa? Hayır, ama hem iklimi bazen saatten saate değişen bu şehrin göçmen kuşları olmaktan hem de kuş olmanın doğası öyle getirse gerek; tek tek uçtu bütün kuşlar konduğu gibi. Ancak sevgili okuyucu, her hikâyeyi sonu bağlıyor. Bu şehre anlamını, kanatlarını zamanı gelmeden açıp gelenler ve zamanı gelmeden açıp gidenler veriyor. Bu hikâyenin acısını taşımaksa, bu şehri sevmeye yakışandır. Bu kadar şarkı türkü yanılıyor olamaz ama “Hah, ben de böyle hissediyorum” duygusu uyandırıyorsa sende, bu yazıyı sana emanet ediyorum sevgili okuyucu. Sana da binlerce merhaba, ve şimdi, bir hoşça kal.


Özge Çelik

Alıntılanan Şiir: Haydar Ergülen, Gurbet Kuşları

Alıntılanan Görseller: Levent Cantek, Emanet Şehir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir