Ahmet Abi, o sabah da, suratında kocaman gülümsemesiyle neredeyse zıplayarak kendine has yürüyüş tarzıyla ofisin kapısından, elinde çay tepsisiyle girdi. Kel kafasına şap diye vurdu sağ elini ve omuzlarına kadar saçları olan Oğuz Bey’e “Kıskanıyorsun değil mi?” dedi çayını verirken. Karşılığında Oğuz Bey kafasında saç, ağzında da pek diş kalmamış Ahmet Abi’ye bembeyaz dişlerini nispet edercesinegöstererek gülümsedi. Bir haftadır her öğle arasında diğer ofis çalışanlarıyla gittiğim yemeklerde öğrendiğime göre Oğuz Bey, Ahmet Abi’den on yaş kadar büyükmüş. Buna rağmen Oğuz Bey Ahmet Abi’ye kıyasla oldukça genç ya da Ahmet Abi Oğuz Bey’e kıyasla oldukça yaşlı görünüyordu. Yine diğer çalışanların anlattıklarına göre Ahmet Abi’nin sabah ritüelleri, esprileri ve yürüyüş tarzı da dahil, en az on yıldır aynıymış. En az on yıl diyorum çünkü diğer tüm çalışanlar Ahmet Abi’den sonra burada çalışmaya başlamışlar. Ahmet Abi bir yandan ofis çalışanlarına sabah çaylarını dağıtıyor bir yandan da orta yaşlılara özgü kötü esprilerine ara vermeden devam ediyordu. Yan masadaki arkadaşı Gülşen’e erkek arkadaşından bahseden Fatma’ya, çay tepsisini tek parmağıyla tutarak klas olduğunu düşündüğü ve açıkçası benim de hep havalı bulduğum bir kahvehane hareketi yapıyor ve “Benden yakışıklı olamaz ya” diye ekliyordu. Fatma gülümseyerek “Olamaz tabii ki Ahmet Abi sen benim ilk göz ağrımsın” diyordu. Yeni olmanın çekingenliğiyle gülemiyor ancak suratımda aptal bir gülümsemeyle izliyordum Ahmet Abi’yi. Bütün ofis Ahmet Abi’nin esprilerinden payını almış bir tek ben mahrum kalmıştım. Bu ofiste çalışan en genç insandan bile neredeyse on yaş küçük olmam ve sadece bir haftadır burada çalışıyor olmamdan olacak diye düşünüyor ve o güzelim esprilerden nasibimi alacağım günü heyecanla bekliyordum.
Her öğle arası diğer ofis çalışanlarıyla gittiğim öğle yemeklerinde dinlediklerimden anlıyordum ki neredeyse hepsi orta yaşlı olan ofisteki insanlara göre Ahmet Abi oldukça neşeli ve komik bir insandı. Hepsi, bu ofisin Ahmet Abisiz olamayacağından, onun esprilerine çok güldüklerinden ve hem de çayı her zaman taze tutuyor oluşundan her gün, her yemekte övgüyle bahsediyorlardı. Bir insanın bu kadar az kelimeyle tanımlanması bana oldukça ilginç gelmişti. Sanki Ahmet Abi sadece çay ve espri yapıyordu. Bu öğle yemeklerinden birisinde Ahmet Abi’nin nerede yaşadığının ya da evli olup olmadığının da bilinmiyor olduğunu öğrenmiştim. Bu bilinmezlik, durumu daha da ilginç bir hâle getirmişti benim için.
Ahmet Abi çay dağıtmaya çıktığı zamanlar dışında mabedinden pek ayrılmaz, radyosunu dinleyerek çokça sigara içerdi. Bütün ofis çalışanları ona sigarayı bırakmasını ya da en azından azaltmasını öğütler o da “Lan oğlum ben bırakıyorum da o beni bırakmıyor ki.” diyerek kahkahalar atar bunu demesinin ardından da istisnasız bir şekilde bir sigara yakardı. Asla anlayamadığım bir şekilde kendisi dışında kimsenin çay ocağına girmesine izin vermezdi. Diğer çalışanlar bunu kanıksamıştı ancak ben hâlâ yadırgıyordum bu durumu. İlk hafta boyunca her tuvalete gidişimde göz ucuyla çay ocağına bakmaya çalıştım ancak kapı hep tamamen kapalıydı, ufacık bir aralık bile bırakmıyordu Ahmet Abi. Çay ocağının gizemi bir haftada cezbetmişti beni, kafama koymuştum o çay ocağına girecektim. Hafta sonundan sonraki ilk mesai gününde girecektim oraya.
Hafta sonumu çay ocağına giriş planımı hazırlayarak geçirdim. Akşam saat 17.00 olup herkes ofisten ayrılırken işlerimi henüz bitiremediğimi, yarım saate çıkacağımı söyleyecektim. Çay ocağının anahtarı tahminlerime göre ya kapı pervazının üstünde ya da kapının önündeki paspasın altında olmalıydı. Anahtarı alıp ofiste kimse yokken çay ocağına girecektim. Plan basitti, buna rağmen iki gün boyunca sürekli kendi kendime tekrar tekrar söyledim yapmam gerekenleri.
Sonunda pazartesiydi. Tüm gün geçen haftanın her günü olduğu gibi geçmişti. Saat 17.00 olduğunda ise planımı devreye soktum. “Sen çıkmıyor musun?” diye soran tüm arkadaşlarıma henüz işimi bitiremediğimi yarım saate çıkacağımı söyledim. Tüm çalışanlar ofisten ayrılınca çay ocağına yöneldim. Elimi kapının pervazına attım, pervazın bir ucundan diğerine elimi gezdirdim ancak anahtar yoktu. Paspasın altını kontrol etmek için eğildim. Tam paspası kaldırmışken bir kapı sesi duydum. Ahmet Abi tuvaletten çıkmış bana bakıyordu. Ofisten çıkmadan önce tuvalete uğramıştı Ahmet Abi. Paspası yere bıraktım ve hızla doğruldum. Kapının karşısındaki pencerenin pervazında duran çay bardağını gördüm. Onu işaret ederek “Bardağı bırakayım demiştim de siz olmayınca anahtar burada bir yerlerdedir diye düşünerek şey yapmıştım.” diye geveledim. Ahmet Abi yine gülümsüyordu ancak bu her zamankinden farklı şeytani bir gülümsemeydi. Soru sorulmadığı hâlde verdiğim cevabı suratındaki o acayip gülümsemeyle dinledi. Cümlem biter bitmez neredeyse kulak zarlarımı yırtacak şiddette bir çığlık atmaya başladı. Sesin şiddetinden olacak bir anda gözlerim karardı. Başım zonklar hâlde soğuk terler dökerek duvara yaslandım ve yavaşça yere yığıldım.
Gözlerimi açtığımda baş aşağı ayaklarımdan bir iple asılmış hâldeydim. Çevremde çember hâlindeki insanlar bir şeyler mırıldanıyordu. Hemen altımda kesilmiş saçları görür görmez kafamı yokladım. Gür ve omuzlarıma kadar gelen saçlarım vurunca “şap” diyecek kadar kısa kesilmişti. İçinde bulunduğum odayı incelemeye çalıştım. Odada sadece bir tezgâh, tezgâhın üzerinde bir çay kazanı, tezgâhın tam karşısında ise üstünde bir ustura duran bir masa ve sadece bir tane sandalye vardı. Sonra çevremde çember oluşturmuş insanların yüzlerine baktım. Bunlar Oğuz Bey, Fatma Hanım, Gülşen Hanım ve Ahmet Bey de dahil olmak üzere tüm ofis çalışanlarıydı. Ahmet Bey diyorum çünkü Ahmet Abi’nin kıyafetleri bana giydirilmiş Ahmet Abi ise benim takım elbisemi giymişti ve anlamadığım bir şekilde artık kel değildi. Şimdi daha çok Ahmet Bey olmuştu. Bu çember hâlindeki kalabalığın her bir üyesi elinde; üstünde bir takanın içinde oturan uzun burunlu, kafasının tepesinde ucu aşağıya doğru sünmüş bir bere olan olta atmış bir adamın olduğu “Karadeniz Fıkraları Gülme Garantili!” isimli bir kitap tutuyor ve yüksek sesle okuyordu. Yüksek sesli kitap okuma işi sabahın ilk ışıklarına kadar sürdü. İlk ışık huzmesini fark ettiğimde kafamın arkasında ani bir acıyla tekrar gözlerim karardı.
Uyandığımda tek masanın başındaki tek sandalyede oturuyordum. Elim istemsizce gömleğimin cebine gitti ve paketi cebimden çıkarmadan bir sigara çıkardı içinden. Sigarayı yaktım, sigara dudaklarımdan sarkar hâlde çay kazanına su doldurup fişini taktım. Su kaynayınca muhteşem bir çay demledim. Dokuz çay bardağını tepsiye koyup, çay ocağının kapısını ardımdan kilitleyip anahtarını da cebime koyup ofise yöneldim. Elimde çay tepsisi, suratımda istemsizce oluşmuş bir gülümseme ofisin kapısından girdim. Oldukça uzun saçlı olan Oğuz Bey’e kel kafama “şap” diye vurarak “Kıskanıyorsun değil mi?” dedim çayını verirken. Oğuz Bey benden on yaş kadar büyüktü ancak benden genç görünüyordu. Çayları dağıtmaya devam ederken Fatma’nın yan masasındaki arkadaşı Gülşen’e erkek arkadaşından bahsettiğini duydum. Çay tepsisini tek parmağıma takarak oldukça klas bir hareketle “Benden daha yakışıklı olamaz ya” dedim. Fatma gülümseyerek “Olamaz tabii ki Arif Abi sen benim ilk göz ağrımsın” dedi. Karşı masada gür ve omuzlarına kadar uzayan saçları olan işe yeni başlamış genç bir çalışan suratında aptal bir gülümsemeyle beni izliyordu.