Ankara’da mart ayı benim için baharı değil kışın öldürücü son vuruşunu simgeler. Kış ayları yavaşça yerini bahara bırakırken olmasını istediği şey soğuğun, yağmurun ve karın altında ezilip giden hayatlara bir şans daha verilmesidir. Ancak mart, dünyadaki tüm doğumlardan, tüm yeşermelerden ve kahkahalardan nefret eder gibi agresif, yalancı baharıyla hiçbir şeyi diriltmemek için yemin etmiştir. Benim için mart baharın öncüsü değil; ailesi tarafından sevilmemiş, istenmemiş, külfet olarak görüldüğü için bir cami avlusuna ya da çöpün kenarına atılarak yaşama şansı elinden alınmış bebeklerdir.

Tüm bunları yıllardır düşünmeme ve bu aydan nefret etmeme rağmen iç ısıtıp mutluluk saçan 26 Mart’ta güneşin martla iş birliğine kandım. Bu günün diğer günlere benzemediğini söyledim kendime. Güneş yalancı olamayacak kadar şefkatliydi, yaşamın yeri doldurulamaz bel kemiğiydi, kıyamazdı altında nefes alanlara. İşte tam da bu yüzden hayat almak yerine can nefesi üflemesinden kanmıştım sıcaklığına.  Yarınki sınavıma kampüste, doğanın içinde çalışmak istedim. Martın sonunda pes edip yerini nisana bıraktığına şahit olmak istiyordum. Bu yüzden arkadaşım Pelin’i aradım ve buluşma noktamıza doğru yola çıktım.

Ben okulun ortak açık alanına vardığımda Pelin kulaklığıyla müzik dinliyor, ileri geri hafifçe sallanıyor, elinde bir mikrofon varmış gibi hareket ediyordu. Duruma gülüp “Bugün de Madison Square Garden’da mı konser veriyorsun?” diye sordum. O da ironik yorumuma karşılık “Aynen ya, prova alıyoruz, seni sahne arkasında ağırlayacağız bu konserde, haberin olsun” dedi. Ben çantamı masaya koyduktan sonra alışkanlıktan konuşmaya gerek kalmadan cüzdanlarımızı alıp kahve almaya gittik. Açıkçası uzun zaman sonra havanın bu kadar güzel olmasını ve çalışacak dünya kadar vaktimizin olduğunu düşünerek, kuşların vızıltıları ve martın soğuğuyla savaşabilmek için sarı çizgili siyah montlarını giyen arıları izlerken kahvelerimizi keyifle yudumladık.

Belki iki saati sohbet ederek öldürdükten sonra artık çalışma zamanının geldiğine karar verdik. Bir konuyu ikimiz de çalışıyor, sonra da üzerine tartışıp hafızamızda kalması için yaratıcı yöntemler bulmaya çalışıyorduk. Hava dönmeye, hafif bir rüzgârla sırtlarımızı okşamaya başladığında daha üçüncü konuya ancak geçebilmiştik ki telefonum çaldı. Arayanın Ezgi olduğunu görünce hiç şaşırmadım, kendisi en yakın arkadaşımdı. Çocukluğumuzdan beri aramızdan su sızmazdı, aynı liseye gitmiştik ve sekiz kişilik ortak bir arkadaş grubumuz vardı. Ezgi telefon açılır açılmaz “Çağdaş’a ulaşamıyoruz” dedi. Çağdaş, dünyanın en şakacı ve rahat insanı olduğu için pek de şaşırmamıştık. Nerede olduğunu bilebilecek kişileri arayıp birbirimize haber vermeye karar vererek kapattık. Aradığım kimse nerede olabileceğini bilmiyordu.  Ezgi’yi arayıp öğrendiklerimi anlatırken lafımı kesti. “Ben Atakan’la konuştum. ‘Kaza olmuş, öldü diyorlar’ dedi bana. Ben de ‘Şakaysa komik değil!’ dedim.” Kaza kelimesini duyar duymaz içimi kaplayan paniği dindirmek ve Ezgi’nin telaşesini sakinleştirmek için “E Çağdaş bu, yine bizi kandırıyordur. Panik yapmaya gerek yok. Şarjı bitmiştir muhtemelen” dedim. Ezgi ortak arkadaşımız Burak’ı aramak için kapatırken, ikimiz de bunun çirkin bir şaka olduğuna gönülden inanıyorduk. Atakan yolda Çağdaşlara gidiyordu, o zaten bunun çok ileri giden bir şaka olduğunu farkına varıp bize söylerdi. Saniyeler geçmiyor gibiydi, iç sesim ikiye ayrılmıştı, biri beni kazaya inandırmaya çalışıyordu, biri de bir şaka olduğuna.

Ağladığımı, Pelin peçeteyle gözyaşlarımı silene kadar fark etmedim. Gözlerimi boşluğa dikmiş, daha dün var olan birinin bugün yok olmasının ne demek olduğunu anlamaya çalışıyordum. Pelin’e hıçkırıklarımın arasında durumu açıklamaya çalıştım; ama söylediklerimin ne kadar anlaşılır olduğu hakkında bir fikrim yoktu. “Şakadır, değil mi?” diyerek bir teselli bekledim Pelin’den. Bana sımsıkı sarıldı ve muhtemelen şaka olduğunu, az sonra anlayacağımızı söyledi. Ömrümden yıllar geçmiş gibi gelen bir belirsizlik sonunda Ezgi aradı. Titreyen sesiyle “Burak ‘doğru’ dedi. Atakan’ı aradım o da ağlıyordu ‘doğru’ dedi. Ben gidiyorum, sen de gel” diyerek kapatacak gibi oldu. Sessiz geçen birkaç saniye sonra “Bu kesinlikle bir şakadır ama böyle bir şaka kabul edilemez, Çağdaş’ı da, Atakan’ı da mahvedeceğim!” dedi.

Ben Ezgi’nin oraya gidip bana tekrardan haber vermesini beklemeye karar verdim. Aptal ve düşüncesiz bir şaka için oraya gidersem muhtemelen Çağdaş’ı da Atakan’ı da hırpalardım biraz. Zaman o kadar yavaş akmaya başladı ki Ezgi’yi beklerken buruşmaya, yaşlanmaya başladım. Gözümün önüne gelen anı parçalarının hepsini savuşturdum; parkta dans edişimizi, teneffüslerde “Kalista” diye koşup bana sarılmasını, kahkahasını… Bunları düşünürsem, kabul etmiş olurdum. Kabul edersem de gerçek olurdu. Daha bir hafta önce buluşup sarıldığım, kokusunu içime çekip mutlu olduğum biricik dostuma yakıştıramadım ölümü ki zaten şakaydı bu. Çirkin, edepsiz, alçakça bir şaka.

Ezgi’den iyi haber beklerken Pelin beni neşelendirmeye çalıştı. Söylediklerini yarım yamalak duyuyor, yarım ağız cevap veriyordum. Muhtemelen söylediklerimi anlamıyordu, buna rağmen benimle konuşmaya devam etti. Aklım aynı anda binlerce farklı senaryo düşünüyordu; ama arada sırada kötü olanları onaylamayarak kendimi ikna ediyordum. Ara ara Pelin’in “Merak etme, şakadır” diyerek kolumu okşadığını duyuyordum. Telefonum ortama hiç uymayan bir melodiyle tekrardan çaldı. Ezgi’nin “Şevval” diye konuşmaya girerken kullandığı ses tonundan anladım bir şeylerin yolunda olmadığını. “K-kaza…” bir süre sessiz kalıp burnunu çekti, “Kaza yapmış.”

Başımdan aşağı kaynar sular döküldü sözünün ne demek olduğunu o an anladım. Olduğum yerde kaskatı kesilmiştim, vücudum alev alev yanıyor, gözlerimden vücudumdaki alevleri söndüremeyen şelaleler akıyordu. Kafamın içinde yüzlerce insan tepinip mızrak batırıyordu. Tamam, Ezgi de bu işin içine girdi diye düşündüm.“Ezgi cidden komik değil, neredesiniz?”

“Be-ben Çağdaşlardayım. H-herkes burada, çabuk gel, tamam mı?”

“Çağdaş nasılmış? Hangi hastanede, yanına gidelim?”

“Şevval, cenaze bugün…”

Benden ses çıkmayınca bir daha konuştu.

“Karşıyaka’ya gideceğiz, çabuk gel.”

Kapattı. Ben kendimle savaştım. Gitmeyeceksin! dedim. Sana oyun oynuyorlar, aynı Çağdaş’ın birkaç yıl önce “Sizinle artık arkadaş olmak istemiyorum” deyip bizi korkuttuğu gibi. Gitmeyeceksin. Gidemezsin. Gidersen gerçekleşir. Kabul edersen gerçekleşir. Zaten daha geçen gün konuştun, gayet sapasağlam Çağdaş, bir sıkıntısı yok. Gitmeyeceksin. Gitmiyorsun.

Donuk bir ifadeyle yanımda üzüntüyle beni izleyen arkadaşıma baktım. “Pelin…” bir hıçkırık, ”Ezgi…” bir hıçkırık daha “Cenaze dedi,” bir hıçkırık daha. Kendimi onun kollarına attım ve sadece nefes almaya çalıştım. Hıçkırıkların arasında düzensiz aldığım nefeslerim yüzünden ciğerlerim daha fazla oksijen için yalvarıyordu. Boğazımdaki yumru nefes almama izin vermiyordu ki sanki bir yumak yün yolu tıkıyor gibiydi. Nefes almak için ne zaman ağzımı açsam daha fazla hıçkırıyordum. Ağlamam ikiye belki ona katlanıyordu. Ellerim, kollarım, tüm vücudum titremeye başladı. İçten içe yanıyor olmama rağmen sanki İzlanda’da bir kış günü çırılçıplak dolaşıyormuşçasına soğuktu tenim. Kendimi çaresiz, umutsuz, yapayalnız ve küçücük hissediyordum. Yalancı mart güneşi, hayatımdan birkaç sene daha çalmış gibi hissettiren bir süre boyunca Pelin’in omzunda hıçkırdım, o da saçımı okşadı.

Pelin’den çektim kendimi, gitmeye karar vermiştim. “Ben gidiyorum” dedim, bu defa hıçkırmadan. “Ben Çağdaş’a gidiyorum, böyle şaka olmaz. Gözümle görmeden inanmam!” Ayağa kalktım, üzerimde beyaz bir tişört olduğunun farkına varınca şöyle bir güldüm kendime, Cenazeye beyazla gidilmez ki! Yolda yurda uğrayıp üstümü değiştirsem mi diye düşündüm, ama sonra vazgeçtim. “Ölümün rengi her zaman siyah değildir” diye okumuştum bir yerde “Ölüm, bu dünya defterini kapatıp başka bir dünya için yeni beyaz bir sayfa açma anıdır.” Bu yüzden de bu duruma da uygundu. Hem zaten daha şaka olup olmadığından bile emin değildim. Pelin benimle gelmek istedi, teklifini geri çevirdim. Çağdaş’ı tanımıyordu ve zaten bu benim tek başıma yapmam gereken bir şeydi. Otobüsü beklerken annemi aradım, bana “Şakadır” demesi için. Telefonu açınca Ne oldu? diye sordu, “Çağdaş kaza yapmış” dedim yavaşça. “Nasıl yani, durumu nasıl?” diye sorunca daha fazla kendimi tutamadım.

Hüngür hüngür ağlayarak öldü demeye çalıştım; ama dilim varmadı. Yapamadım, yakıştıramadım. “Cenazeye gidiyorum” dedim, annemin ne dediğini dinlemeden otobüse bindim. Otobüs kartımın olmadığını fark ettim; ama adam halimden bana acımış olacak ki geçmeme izin verdi. Sorun şuydu ki, Çağdaşlara gitmem yaklaşık bir saatimi alacaktı. Bu bir saatte kendimi ve düşüncelerimi nasıl bir arada tutabileceğimi bilmiyordum. Biraz ağlıyor, biraz susuyor, sonra da bir öncekinden daha fazla ağlayarak zaman zaman da histerik bir şekilde gülerek otobüs yolculuğumu tamamladım. Sırada daha da uzun olan metro vardı. Gişeden yeni kart almam gerektiğinde, gişe görevlisiyle konuşarak anlaşamadım bile, elimle gösterip parayı uzattım. Metroyu beklerken ineceğim duraktaki çıkış merdivenine denk gelecek vagona yürüdüm, bir de orada zaman kaybetmeyeyim diye. Çok geçmeden geldi, tüm koltuklar doluydu; ama ayakta neredeyse kimse yoktu. Hareket edince sırtımı duvara dayadım. Ağlama dalgam gelince yaşananların şokuyla yere doğru kaydım.

Ne düşündüğümü bilmiyordum, anılarımız ve Ezgi’nin söyledikleri birer birer aklımdan geçiyordu. Bir hıçkırıyor, bir gülüyor, bir ağlıyor ve dilimi şaklatıp kaşlarımı kaldırarak sanki karşımdakini ikna etmeye çalışıyor gibi “Hayır” diyordum. Durum vahim gözükse gerek ki vagondaki birkaç farklı kişi yanıma gelip bana yer vermeyi teklif ettiler, bir şeye ihtiyacım olup olmadığını sordular. Ağzımı açamadım, açarsam hıçkırıklardan çok daha güçlü bir feryat gelir de engelleyemem diye korkuyordum. Gelen herkese kafamla hayır dedim, kendimi telkin etmeye çalışarak durağıma geldim. Kızılay’dan Çağdaş’ın evine gitmem çok uzun sürmedi, minibüsteyken tekrar Ezgi’yi aradım ve gelmek üzere olduğumu söyledim. Hala bunların şaka olduğuna inanıyordu bir kısmım.

Ta ki minibüsten inip sokaktaki o kalabalığı görene kadar. Çağdaş’ın apartmanın önü onlarca insanla doluydu; tanıdığım yüzler, tanımadığım yüzler, arkadaşlar, Çağdaş’ın komşuları, akrabaları… Herkes acı dolu yüz ifadesiyle birbirine bakıyordu Kimileri birbirlerine sarılıyor, kimileri çığlık çığlığa ağlıyordu. Ezgi ve Atakan’ı ararken Cem’i gördüm. Cem, Çağdaş’ın yakın arkadaşlarından biriydi. Cem’in yüzündeki ifade o kadar çaresizdi, o kadar acı içindeydi ki, işte o an inandım Çağdaş’ın gittiğine. Doğru, Çağdaş gitti. Kalabalığın arasından yürüye yürüye Ezgi’yi buldum. Sımsıkı sarıldım ona, artık anlamama rağmen bir daha sordum “Doğru mu?”

Doğruydu, az önce cenazesi buradaydı, birkaç dakika ile kaçırmıştım arkadaşımı son kez görüp, son kez bakmayı. Ezgi ve Atakan bakmamıştı ona, yara bere içinde hatırlamak istememişlerdi, Cem bakmıştı, bakınca da çok ağlamıştı, Ezgilere yaralarından bahsetmişti. Dün piknikten dönerken olmuştu kaza. Kız arkadaşı, kız arkadaşının annesi, kardeşi ve kuzeni. Arabayı Çağdaş kullanıyormuş, virajı alamamış ve yolun kenarındaki vadinin uçurumvari kenarından düşmüşler. Yolda bariyer yokmuş, düşmelerini yavaşlatacak tek şey olan ağaçlar da arabanın ağırlığından ezilip kırılmışlar. Çağdaş hayattaymış ambulans geldiğinde, gelen personele “Ben iyiyim, arkadaşlarımla ilgilenin,” bile demiş. Hastaneye vardığında hayattaymış Çağdaş, ama -bence kız arkadaşının, onun annesinin ve kardeşinin bu dünyadan göçtüğünü hissettiği için- tüm organları kan ağlamaya başladığı için dayanamamış.

Tüm bu bilgileri öğrendiğim birkaç saniyeden sonra Ezgi’nin arkasında kaldırımda oturan başı eğik Atakan’ı gördüm. Yanına gidip oturdum, kafasını bile kaldıramadı. Atakan gözlerinden yere aralıksız damlayan gözyaşlarını da burnunu da silmiyordu. Yerine yenisi gelecek diye silmiyor, diye düşündüm, ama yine de ben onun için sildim ve ona sarıldım. Apartmanın önüne bir insan akışı vardı, sanki dünyadaki tüm dereler buraya akıyor ve burası tüm o derelerin havuzu gibiydi. Herkes ağlıyor, birbirine sarılıyor ve durumu anlamlandırmaya çalışıyordu. Ezgi’nin annesi Hülya Teyze de, Atakan’ın annesi Yasemin Teyze de yanımızdan bir saniye bile ayrılmadılar, bizi teselli etmeye çalışıyorlardı ama en az bizim kadar şaşkınlardı.

Tüm bu insanların tek bir kişi için burada olması, Çağdaş’ın ne kadar büyük bir kalbinin olduğunun göstergesiydi benim için. Herkesi sevmiş, kendini sevdirmişti. Çok iyiydi, bir karıncayı bile incitemezdi, sadece arada sırada kötü şakalar yapardı. Aklım hala bunun bir şaka olduğunu savunuyordu. Şimdi köşeden dönecek, “Babuuş, nasıl kandırdım sizi, ha?” diye sırıtacak ve herkesle dalga geçecekti. “Ne ağladınız be,” derken sarılacaktı herkese bir bir. Köşeden biri geldi. Çağdaş değildi. Ne olduğundan haberi olmayan bir akrabaydı. Ne olduğunu anlayınca çığlıklarla yere düştü, ne acıydı ama. Sanki buradaki herkesin hislerini toplamış ve dışa vuruyordu. Kalkıp yardım etmek, ona sarılmak istedimama vücudum hareket etmiyordu. Yavaş yavaş seslerin hepsi birbirine karışmaya başladı, ayrı ayrı sesler değil de, sadece gürültüler duyuyordum. Atakan, Ezgi ve ben yan yana, bir süre hiç konuşmadan oturduk.

Onlar için de durum aynı mıydı bilmiyordum ama zaman kavramını tamamen yitirmiştim. Bana söylenen sözleri de anlamıyordum. Her şey boştu. Bir süre sonra bir otobüs geldi herkesi mezarlığa götürmek için. Yol uzundu, hepimiz ağlamamaya çalışıp başarısız oluyorduk. Bir süre sonra, içimizden birisi grubumuzdan arkadaşımız Kutlu’yla konuşup konuşmadığımızı sorunca, her bir yerden ona ulaşmaya çalıştık. Tabii, açmadı. Kutlu ulaşılması zor birisiydi, genelde telefona bakmazdı. Bu sefer bakmak zorundaydı, bakması gerekiyordu. Eğer bu son yolculuğu, son muzipliği kaçırırsa kendini asla affetmezdi, bu yüzden mezarlığa vardığımızda bile aramayı kesmedik.

Daha önce mezarlığa bir kere gitmiştim, o da ben doğmadan yıllar önce vefat etmiş dedemi ziyaret etmek içindi. Hayatımda hiç tanıdığım birisiyle burada buluşmak zorunda kalmamıştım. Bu çok yeni, çok garip bir histi. Ne olacağını, nasıl bir prosedür izlenmesi gerektiğini bilmiyordum, bunun hakkında çok da düşünemiyordum. Hülya ve Yasemin Teyze bizi bir banka oturttular. Sonunda Kutlu’ya ulaştık. Annesi Deniz Teyze’yle geldiğinde biz hala aynı yerde bekliyorduk. Onu görünce ayaklandık ve ona doğru yürüdük, gözleri kıpkırmızıydı, kendini sıkıyordu belliydi. Bize sarıldı tek tek, gözlerinden birkaç damla yaş aktı. Onu hiç böyle görmemiştim, o da bu haldeyse belki de cidden bu bir şaka değildi. Arada birkaç kelime ederek, birbirimize sarılıp rahatlatmaya çalışarak bekledik, sonra da çocuklar öne gidip tüm sevenleriyle cenaze namazı kıldılar.

Sonra Çağdaş’ı alıp bundan sonra kalacağı yatağına götürdüler. Biz de arkasından gittik. Giderken çok korktum, ya biz yetişemeden defnedilirse diye, ama yetiştik ve diğer herkesin gelmesini bekledik. Beklerken Simay’ı ve diğer tüm ortak arkadaşlarımızı gördüm. Herkes ne yapacağını bilmeden kıpırdanıyordu. Annelerimizle birlikte, biraz daha arkalarda durduk. Defin zamanı gelince Kutlu öne gitti, tam olarak ne yaptığını bilmiyordum, önüm çok kalabalıktı. Öyle durup beklerken içimden Çağdaş’la pazarlık yapmaya başladım. Bu kadar insanı ağlatmak sana hiç yakışmıyor, lütfen geri gel, istersen o şakadaki gibi olsun, arkadaş olmayalım ama iyi olduğunu bileyim, ne olur geri gel. Yasemin Teyze’nin Atakan’a oraya gidip toprak atıp atmak istemediğini sorunca Atakan bunu istemediğini, Çağdaş’ı bu halde değil anılarımızdaki gibi hatırlamak istediğini söyledi. Prosedür boyunca Hülya Teyze bana ve Ezgi’ye sarıldı, Yasemin Teyze de Atakan’a. Deniz Teyze’nin gittiğini bile farkına varmamıştım ki geri gelip Ezgi ve bana birer karanfil verdi. Bilinçsizce elime aldığım çiçeğe baktım, ne yapacaktım ki bunu? Çiçekler kutlama için verilmez miydi? Neyi kutlayacaktım? Ölüm kutlanacak bir şey miydi? Bir mezarı çiçeklerle süslemek, olanları romantize etmek miydi? Bilmiyordum, artık hiçbir şeyi bilmiyordum. Çağdaş, beni duyuyorsan, bizi hissediyorsan bir işaret yolla. Ve o anda dört bir yanımızdan birkaç köpek aynı anda havlamaya başladı, hafifçe gülümsedim ve ona teşekkür ettim.

Topraktan yorganı örtülünce Ezgi’yle yatağın başına gittik, açıkçası artık hiçbir şey hissetmiyordum. Oraya gidişimi bile hatırlamıyorum. Ezgi yatağın solunda, ben de sağında bir süre durup toprağı okşadık. Can dostumuzun mezarına ilk çiçekleri aynı anda bırakıp ona veda ettik.

İzlanda’da kuzey ışıklarını izlediğine inandığım Çağdaş Eren Mehmetalioğlu’na.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir